Beni zalimliğiyle nam salmış zindancıya teslim ettiler!..

A -
A +

"Geceleyin Bağdat’tan kalktın, bu zavallı adamın kanını dökmek için taa Basra’ya kadar geldin ha!.."

 

 

 

Behlül, adamlara suçsuz olduğunu anlatmaya çalışıyordu:

 

- Bu öldürülmüş adamı da sizin bağrışmanız üzerine uyandım ve öyle gördüm. Kimdir, necidir? Hiç tanımam, bilmem!

 

- Hangi kâtil "ben yaptım" dedi ki sen de diyesin?

 

- İnanın bir şeyden haberim yok!

 

- Geceleyin Bağdat’tan kalktın, bu zavallı adamın kanını dökmek için taa Basra’ya kadar geldin ha!

 

Ne dersem diyeyim adamlar lâftan anlamıyorlardı. Üzerime çullandılar, ellerimi kuvvetlice bağlayıp beni zalimliğiyle nam salmış, oldukça merhametsiz zindancıya teslim ettiler. Zindanın küflü, karanlık bir köşesinde ciğerim yanık kendi elimle düştüğüm hâlime ağladım. “Ey  Behlül! Ey uslanmaz deli gönlüm! Hadi bakalım, bugün ne yapacaksın? Çocukların taşından kaçtın ama burada kendi kanına girdin! Bağdat’ta o taşlara razı olsaydın, Basra’da can korkusuna tutulur muydun hiç?” Bütün suçu, kabahati azgın nefsime buluyor, başıma daha beter nelerin gelebileceğini hesap edemiyordum.

 

Büyük katili yakalamışlarken hiç dururlar mı? Hemen şehrin en yetkilisi olan valiye haber vermişler. Nasıl anlatmışlarsa, ondan da kısasa kısas için ferman gelmiş. Tabii hiçbir şeyden haberim yok. Gayet rahatım, suçsuzum ya… Zaptiyeler benim gibi düşünmüyorlardı ki kuvvetli kollarıyla tuttukları gibi yaka paça, çeke sürüte darağacına götürdüler. Merhametsiz, zalim cellât, merdiveni dayadı, beni bir çocuğu tutar gibi tuttu, tezgâhın üstüne çıkardı. Boynuma ipi geçirmeye çalışırlarken başımı kaldırdım yüzlerine baktım. Öyle hınçla doluydular ki tarif edemem. Adamlar, kendilerine göre haklıydı. Sen kalk, hem de gece yarısı git, bir adamı hunharca kes, parçala, yetmedi yanına uzan yat, bu vaziyette suçüstü yakalayanlardan da merhamet bekle. Hiç olacak şey miydi? Suçlu suçsuz, ne olursa olsun; bir insanı boğazlamak affedilir bir şey değildi. Bu fiili işlemiş caniye niçin merhametle bakacaklardı ki?

 

Benim üzüntüm, masum olduğumu tam anlatamadığımdan dolayıydı. Korku ve kederden dudaklarım tir tir titriyordu, gayr-i ihtiyari Rabbime sığındım. Ondan başka kimim vardı? Kendim duyacağım şekilde, oldukça kalpten yalvardım, yakardım bizleri yoktan var edene. Öyle derin bir acı içinde inliyordum ki, gözlerimden sicim gibi akan yaşlar yerleri ıslatıyordu.

 

Hocam bir gün şöyle buyurmuştu: “Devlet adamlarından veya başkalarından gelen zulümler, elemler, yalnız zahire, bedene ve dimağadır. Bâtına, kalbe sirayet etmez. Ahirette sevap verilmesine, dünyada batının, kalbin nurunun artmasına sebep olur. İnsandan, insanlık sıfatları zail olmaz, gitmez. Bâtın, kalp, Allahü teâlâdan gelen şeylerden razı iken, zahir, beden üzülür. Dertlerin, belaların gitmesi için, kalpten istiğfar okumak çok faydalıdır. Çok tecrübe edilmiştir. Ölümden başka her derde devadır, sıkıntıdan kurtarır. Eceli gelenin de ağrısız, sıkıntısız vefatına yardım eder. Çünkü, hadis-i şerifte; 'İstiğfara devam edeni, çok okuyanı, Allahü teâlâ, dertlerden, sıkıntılardan muhafaza eder, kurtarır. Onu, hiç ummadığı yerden rızıklandırır…” diye aklımda kalmıştı… DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.