Müdürümüz, bütün kuvvetiyle, avazı çıktığı kadar hareketlerin nasıl yapılacağını tekrarlarken bütün talebeler gözlerini, açılan kapıya çevirdi.
Çayır yılansız olmaz,
Çok söz yalansız olmaz,
Şüpheliden kaç Hoca!
Çok mal haramsız olmaz!
“Çiçeği burnunda, yeni açılan bu okulun ilk talebeleri sizlersiniz. Geri kalmış bu bölgenin aydın, okuyup yazan öncüleri de sizler olacaksınız. Oyunlarınızı seyreden Narman halkı, binlerce teşekkür edecek hepimize. Onlara: ‘İşte modern Türkiye’nin ilerici gençleri böyle olur’ deyip sizleri örnek göstereceğim. Nasıl hareket edeceğimizi bir kere daha tarif edeceğim. İkincisine beni yormayın! Bir hata yaparsanız karışmam! Sonra demedi demeyin!”
“!!!”
Müdürümüz, bütün kuvvetiyle, avazı çıktığı kadar hareketlerin nasıl yapılacağını tekrarlarken bütün talebeler gözlerini, açılan kapıya çevirdi. Hademe Nazım dayının yanında, yaşça büyük abilerimiz kucaklarında aynı boyda, tornadan çıkmış gibi, keser sapı kalınlığında, ondan daha uzunca sopalarla içeri girdiler.
Sopalar sırayla dağıtıldı. Dayak yeme, sınıfta kalma korkusundan sapsarı kesilmiştik. Adamın fakir fukara, soğuk sıcak, yağmur çamur derdi yoktu. Başka şeyler ise hiç umurunda değildi. “Dediğim dedik” misali tam bir despot, tarif edilemez bir diktatör gibiydi! Bütün talebeler, tabiri caizse önünde dize gelmiştik. Sopaları alanlar; ikişerli diziliyor, grup hâlinde büyük bahçeye götürülüyorduk.
Bize her fırsatta anlatılan eski, köhne eğitim sistemi aklıma geldi; Burnu ve kavuğu büyük, dişleri çürük hortlak gibi hocalar, çocukları falakaya yatırıp dövüyorlar. Kitaplarımızın birçoğunda böyle sahneler vardı. Yerden yere vurulan, istesen de, istemesen de korku uyandıran medreselerdeki bu tablo; “ilkel eğitim şekli” olarak kafalarımıza iyice kazınmıştı. “Yeni, modern mekteplerden biri olan okulumuzdaki yaşadığımız bu despotizm ise acaba neyin nesiydi?” İçimden söküp atamadığım bu cevapsız soruyla, bıçkın müdürümüzün hararetle anlattıklarını dinledim.
Şimdiye kadar öğrendiğimiz en kıymetli şey; 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramına hazırlanmak olduğuydu. Müdürümüz, eşofmanlarını giymiş, zirvesi görünmeyen bir dağ gibiydi. Biz ise sıraya girip koyun sürüsü misali onu taklit etmekten başka bir şey yapamıyorduk.
Anlayacağınız; hareketleri “sopa” yardımıyla yapıyorduk. Hem müdürümüzün sopası, hem de “aletli jimnastik” aracı olarak. Kışın kapalı mekânlarda, hava iyi olunca da bahçede.
Kahvaltıda simit yok,
Yalvarmakta limit yok,
Öyle bir hâldeyim ki,
Kurtulmaya ümit yok!
***
Bahar iyice geldi, karlar eriyerek dağların doruklarına kadar geriledi. 19 Mayıs’a da az bir zaman kalmıştı. Artık devlet adamlarının ve halkın huzurundaymış gibi gerçeğine yakın provalar yapılıyordu.
Allı, morlu çayırlar, yeşermiş mısır, buğday, arpa tarlaları, uçuşan kelebekler, yuvalarında yavrularını besleyen kuşlar, meleşerek oradan oraya koşuşan koyunlar, kuzular çevreye hayat ve canlılık veriyordu.
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...