Farkında olmadan Halife-i müslimînin kalbini kırıyordum. Sultan’ımla karşılaşırım diye uzun müddet dışarı çıkamadım.
İnsan, insanın desteği, dayandığı duvarı, dağıdır. Her insan şu veya bu şekilde bir diğerine muhtaç.
Derviş demek, Allah adamı demek, bir mânâda gönüllü bir mânâda gönülsüz demekti de... Gönüllülüğü her ne iş verilirse severek, isteyerek, aşkla şevkle yapması, gönülsüzlüğü ise kimseye gönül koymamasıydı. Kırmak kadar kırılmak da bir vebaldi Allah için yola çıkanlara… Bunları bile bile kalp kıracak duruma gelmek olacak şey değildi. Bir hikmeti vardı da ben bilemiyordum. Üzüntüm de ondandı.
Farkında olmadan Halife-i müslimînin kalbini kırıyor, çok da pişman oluyordum. Sultan’ımla karşılaşırım diye uzun müddet dışarı çıkamadım.
Niçin?
Utandığımdan dolayı. Yüzüne bakacak hâlim kalmamıştı. Bir gün erkenden kalktım. Dicle'de yıkandım, temizlendim, gusül abdestimi aldım, şehirden, insanlardan uzak yerlere gittim. Tespih çektim, tefekkür ettim. Buralardan kimlerin gelip geçtiğini, daha ne kadar insanın, kim bilir kimlerin gelip geçebileceğini düşündüm, durdum. Dünyayı, hayatı, ölümü düşündükçe işin içinden çıkamıyordum.
Geç saatlerde eve döndüm. Bir de ne göreyim kapı pencere açık, ortalık darmadağınık. Fakirhaneme hırsız tenezzül edip girmemiş mi? Üzülmedim kendi adıma ama hırsız adına fevkalâde kederlendim, ağlayacak duruma geldim. Değer miydi? Beş para etmez şeyler için kendini ateşlere atmaya. Hakkımı helâl ettim etmesine de... yine de acıyordum akıbetini düşündükçe. Pek aşağılık bir fiildi bu hırsızlık denilen şey.
Zaten fazla bir şeyim yoktu ama hırsızların iştahını kabartıyormuş Dicle yakınlarında ıssız bir kulübe. Bu yüzden olsa gerek birkaç kez hırsız girdi evime. Ne var ne yok alıp götürdüler. İşte bunu öğrenir öğrenmez Sultan’ımız Harun Reşid hazretleri, hadiseyi bahane ederek, ziyaretime geldi. Onu boynu bükük, mütebessim bir çehre ile ve oldukça hürmetle karşıladım.
- Buyurun efendim, sefa getirdiniz!
- Sefalar bulduk Behlül! Bu ne hâl? Ne olmuş yine, kimler yapmış bunu?
- !!!
Sadece boynumu büktüm. Bazen vücut dili, kelimelerle konuşmaktan daha tesirli olarak kalpleri harekete geçiriyordu. Layıkıyla iltifat edip içeri buyur ettim.
- Hayret! Hiç üzüntülü bir hâl yok üzerinde. Üstelik keyiflisin de...
- Veren de o, alan da… Kul kulluğunu bilmeli Efendim!
Komşular Dicle'den balık tutmuşlar, onları kızartmış bana da getirmişlerdi, taze ekmekle beraber. Vakit kaybetmeden, hani "kaşla göz arasında" derler ya o türden hemen bir sofra getirip koydum önüne.
- Buyurun efendim, afiyet, şifa olsun!
- Bilmukabele. Çok memnun oldum. Hak teâlâ da sizden memnun ve razı olsun. Karnım tok ama bir iki lokma alayım bereketlenmek için.
- Çok teşekkür ederim Efendim, fakirhanemizi şereflendirdiniz. Size layık hizmet edemediğimden mahcup oluyorum!
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...