Çok sevdiğimiz hadememiz Nazım Dayı, pek üzgündü!..

A -
A +

"Gaak, gaak" diye kasvetli ötüşleriyle sanki; "kar, kar" demek isteyen kurnaz karga sürüleri, dumanlı havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu.

 

 

Küçük ve şirin köyümüz, erken olmasına rağmen bütün canlılığıyla ayaktaydı. Uzaktan yakından horoz ötüşleri, köpek havlamaları, erken uyanmış çocukların ağlaması, açılan kapıların gıcırtıları, sabahın sert rüzgârıyla derin bir uğultu hâlinde her tarafa yayılıyordu... "Gaak, gaak" diye kasvetli ötüşleriyle sanki; "kar, kar" demek isteyen kurnaz karga sürüleri, dumanlı havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Yumurta sırtı gibi bembeyaz dağlar, gittikçe daha da aklaşıyor, gökyüzüyle birleşiyor gibi görünüyordu. Yol boyunca sıralanan irili, ufaklı tayalar, vapur bacası gibi dumanı göğe yükselen tek katlı toprak evler, derinden derine hıçkıran sokak çeşmeleri, birer iskelet gibi sallanan yapraksız kavaklar, söğütler, uzayıp giden kar kaplı tarlalar, korkunç bir fırtınanın habercisi gibi pusuda bekleşiyorlardı sanki.

 

Günlerden pazartesi. Onüç, ondört kilometre mesafedeki köyden, ilk derse yetişmeye çalışıyoruz dört beş arkadaş. Adam boyu karlara bata çıka uzaktan mektebi görebildiğimiz ahbunlara kadar gelmiştik. Gelmiştik ama bizde de mecal kalmamıştı. Başımı kaldırdım şöyle bir etrafıma baktım.

 

Mektep direğinde ayyıldızlı bayrağımız, uçmaya can atan bir kartal misali, çırpınırcasına dalgalanıyordu. Yüzelli, ikiyüz kişilik orta mektep talebeleri, merasim alayı disipliniyle, Oltu'ya giden yolun solunda, büyük bahçenin içindeki binanın kapı önünde toplanmıştı. Uzaklara bakan Karadenizli müdürümüz İsmail Bey, yere çakılmış küheylan misali dönüp duruyor, hırsından önünde, soğuktan mı, yoksa korkudan mı ne tir tir titreyen utangaç çocukları azarlıyor, küfürlü kelimelerle hakaretler ediyordu!..

 

Mektebin istinat duvarı kenarlarındaki kuru kavak dallarından boy boy sopa kesen müstahdem; yani biz köy çocuklarının çok sevdiği abisi, amcası olan hademe Nazım Dayı, pek üzgün görünüyordu. Keçe ve çullar örtülü at ve sığırlar, satılmak üzere pazar yerine götürülüyor, peşi sıra yorgun, filik kalpaklı köylüler talebelerin yakınından gürültü ile geçiyordu. Kısa konuşmalar, uzaktaki birine el-kol işareti ve laf atmalar, çağırılanlar, bir kahkaha ve bir başka anlaşılmayan söz, şamar gibi mektebin duvarlarına çarparak yankılanıyordu…

 

Müdür Bey, nutuk atmaya başlayacak lakin gelip geçenlerden fırsat bulamıyordu. Ya bir at kişnemesi, ya da bir sığır böğürmesi suskunluğu bozuyor, komşu evlerden gelen birkaç çocuğun şen şakrak bağrışmaları, zaten sinirleri gerilmiş adamı iyice asabileştiriyordu.

 

Beyaz badanalı mektebin kapısı önüne serilmiş kar gibi büyük bir bez herkesin dikkatini çekiyordu. Tam orta yerinde tarih ve resim öğretmenimiz, sağa sola sallayarak parmağına doladığı bir zincir, ağzında sigarası, fosur fosur çekiyor, başını yukarı kaldırıp ateşli nazarlarını, merasimi bekleyenlere, oradan da pek uzaklara bakıyordu.

 

İyice yaklaştığımda uyanıklık yapıp arka sıralara karışmak isterken müdürümüzün gök gürlemesini andıran sesiyle irkildim:

 

“Hey 55! Buraya!” DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.