Düşündükçe işin ehemmiyetini daha iyi anlıyorum şimdi...

A -
A +

Gene de yanlış bir şeyler vardı ki hayatımda bu amansız mücadele bitmiyordu. Nefsime yapmadığım kalmazdı ama korkutamazdım.

 

 

 

Sonra müthiş bir “Pof!” ve kıpkırmızı bir sessizlik…

 

Ölürdü…

 

Mücadele işte!

 

Ahiret için, ebedî hayatım içindi hepsi de!

 

Zalim NEFİS de! Hain nefis de! Ne dersen de, o bildiğini okurdu… Ben de pes etmezdim!

 

Gene de yanlış bir şeyler vardı ki hayatımda bu amansız mücadele bitmiyordu. Nefsime yapmadığım kalmazdı ama korkutamazdım. Bendeki heyecan kabardıkça kabarırdı bu yoğun mücadele karşısında, hatta zalimlere has sadistçe bir haz duyar, aynı zamanda tuhaf bir gerilim yaşardım. Evet evet! Epey derinden bir gerilim... Sanki huysuz, görünmez bir el vardı, usul usul yüreğimi çimdiklerdi. Vicdan mıydı, sağduyu muydu, yoksa başka bir şey miydi? Tam bilemiyorum. Neyin takipçisiydi? Onu da bilmiyordum. Kafamın içinde hayal meyal işittiğim ama bir türlü anlayamadığım huzursuz, gizli bir ses… Fısır fısır yankılanırdı.

 

Şimdi, düşündükçe işin ehemmiyetini daha iyi anlıyorum.

 

Tam kurtulduğumu sandığımda farklı bir şekilde gelirdi o hain nefsim. Düşürdüğüm, “öldü” diye bıraktığım derin uçurum var ya, onun dibinden hortlayıp yine önüme dikiliverirdi! Bu hâl yok mu? Olmayan aklımı hepten başımdan alırdı. Kaç canlı bir mahlukmuş meğer?

 

Zihnim karışıktı daima. Muhtelif ve beni rahatsız eden sorular sorarken bulurdum kendimi: “İnsanoğlu, noksanoğlu...” derdim. “Kazara, o kadar yüksekten aşağı düşsem, acaba ne olurdum?” diye, bedenimi onun yerine koyardım. Düşüp düşüp “güm!” diye kayalara çarpacağımı, canımın çok acıyacağını, içimin kanayacağını, en kötüsü de mutlaka öleceğimi hayal ettikçe o kadar korkardım ki… Kıldan, hasırdan ne bulursam bir örtüyü kafama çeker, altında iyice büzülürdüm. Ölmemek için bir o yana, bir bu yana dönerdim.

 

Gündüz gözüyle hiç aklıma gelmeyen şeyler inatla kafamın içine sökün etmeye başlardı teker teker. Gözü yarı kapalı ölüler, yeşil örtülü tahta tabutlar, her gün yol ettiğim mezarlıkların gölgeli ve hışırtılı görüntüleri, anacığımın, babacığımın otlarla kaplı kabirleri… Daha neler neler? Gel de düşünme akıbetini!

 

Ben… Acaba… Çocukken ölseydim?... Kim bilir ne kadar üzülürdü ailem. Çok ağlarlardı herhâlde. Mahalledeki oyun oynadığım arkadaşlarım kesin üzülürlerdi. İlk “Besmeleyi” önünde çektiğim, “Maşallah!” aldığım Hocam daha çok üzülürdü… Ümmühan Teyze sevinirdi belki! Anacığıma anlattıklarından belli, ne olacak! Ya tahta arabam, söğüt dalı atlarım? Ölürsem elbiselerim, çarıklarım ne olacaktı? Amcamın oğlu; çok severdi beni! Hepsini ona verseler bari! İyi kalpliydi, hem candan arkadaşımdı. Hep benden yana olurdu garibim. Yazık… Anacığım onu çağırır, birlikte Allah ne vermişse, yer, içerdik.

 

Offf! Ne severdim onlarla beraber olmayı! Bayılırdım! Ama ölürsem, bir daha bunları düşünemeyecektim ki... Ya ama… Ama ninem dememiş miydi “Çocuklar ölünce doğru Cennete gider. Orada da yok yoktur! Her şeyden istediğin kadar var...” derdi. Gönlümce gezebilir, düşünebilir, sevdiğim şeyleri doyana kadar yiyebilirmişim. DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.