Duyduklarım karşısında başım döndü, gözlerim karardı...

A -
A +

Suçu, kusuru, kabahati olmayan bir çocuğa, üstelik talebesine nahak yere böyle galiz bir küfür, çok ağırıma gitmişti.

 

 

 

Müdür, numaramı söylemişti, üzüle, büzüle yaklaştım.

 

"Şapkanı niye örtmüyorsun?"

 

"!!!"

 

"Sana diyorum miskin herif, şapkan neden elinde?"

 

"İstiklâl Marşı okunuyor sandım..."

 

"Kulakların sağır mı, hiç öyle hava var mı?"

 

"!!!"

 

Şapka, burada da başıma iş açmıştı. Bundan kurtulamayacaktım galiba. Titreyen elimle örtmeye çalışırken sağlı sollu iki şaplak patladı yanaklarımda. Sendeledim, başımda yıldızlar uçuştu. Yüzümün keçeleştiğini, duyarlılığını kaybettiğini hissettim. Utancımdan ve acımdan gözlerim boncuk boncuk yaş doldu. Kimsecikler görmesin diye eğik başımı daha eğdim. Akıbetimi düşünerek korkuyla yere bakıyordum ki tarih öğretmenimiz imdadıma yetişti.

 

“İsmail Bey, sabahtan beri ben de onu bekliyordum, biliyor musun?”

 

"Ya öyle mi? Bir de bekletiyor ha!" deyip bir de sırtıma tekme atmaz mı? Zayıf, çelimsiz oluşumdan, kurumuş bir kütük gibi yere kapaklandım. Şapkam bir tarafa, kitap ve defterlerim diğer tarafa fırladı. Tarih öğretmenimiz kolumdan tuttuğu gibi ayağa kaldırdı, elim, yüzüm mosmor olmuştu. Öfkesinden gözleri dönen müdürün sert bakışları, diğer geç kalanlardaydı. Hızını alamadı talebelerin arasına daldı, vurduğunu deviriyor, esip kükrüyordu.

 

 

 

Çantam nerede kaldı?

 

Düştüm derede kaldı!

 

Herkes aya giderken,

 

Narman geride kaldı?

 

 

 

Bütün dünyanın yükünü sırtında taşıyormuşçasına iki büklüm, yer yer dökülmüş saçları, yüzündeki öfkeyi gizliyor gibiydi ve hayata meydan okurcasına yuvasına sıkıştırılmış iki kızgın kanlı gözleriyle etrafı süzerek yeniden bana bakan genç müdür; kışın soğuğundan beter buz kesen küfrünü; kendisini benden ayıran hocamın arkasına doğru, yoğun bir buhar olarak suratıma çarpış, aklımı hepten başımdan almıştı. Duyduklarım karşısında başım döndü, gözlerim karardı, şoke olmuştum âdetâ. Suçu, kusuru, kabahati olmayan bir çocuğa, üstelik talebesine nahak yere böyle galiz bir küfür, çok ağırıma gitmişti. Hem derse yetişmek için o kadar yolu, yine o kadar kara rağmen koşarak gelen talebesine. “Tüküreyim böyle tahsilin içine!” deyip mektebi terk etmeye niyetlensem de sabah namazından dönerken babacığımın okuduğu hadis-i şerif kulaklarımda yankılandı; “Men sabere, zafere.” Sabredenler elbette muvaffak olurlar, zafere ererler...

 

Kısa bir tereddütten sonra yüzüme toplayabildiğim kadar nefretle ağlamaya başladım.

 

Bu havada yorgun-argın kilometrelerce uzak bir köyden gelirken bu şekilde bir dayak ve küfürle karşılanmayı hazmedemiyordum. Dışım kar, içim kan ağlıyordu. Başını sağa sola sallayarak gelen Nazım Dayımız dağılan kitaplarımı toplayıp koltuğuma sıkıştırırken elimden tutan tarihçimiz, hiçbir şey olmamış gibi yere serili beyaz patiskanın yanına götürdü.

 

 

 

Üzülüyor pederim,

 

Her şeyi dert ederim,

 

Yapamazsam müdürüm,

 

Başım alır giderim!

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.