Elimden, dilimden düşürmem büyüklerime duâ etmeyi...

A -
A +

Anacığım, babacığım öyle çok istisna bir şey yapmaz, çok iddialı olmazlardı ama pek samimiydiler.

 

 

 

Babam için, muteber olan, lisan-ı hâldi. Bu şartlarda büyümem, benim de hassasiyetimi artırmış, her şeyimle İslâmiyet'e uymaya, ona münasip yaşamaya daha gayretli olmuştum.

 

Mütevâzı temiz mekânların o güzel kokuları içime sinmişti. Onlar ahirete göçünce hayallerimin hepsi de pıtır pıtır dökülüverirdi. İşte benim o hayatımdan yadigâr bu yalnızlığım kaldı. Hatıralarımın içinde bunları unutamıyorum! Bugün nefsimle mücadele etmemde kendimde bir kuvvet bulabiliyorsam onlara çok şey borçluyum.

 

Elimden, dilimden düşürmem büyüklerime duâ etmeyi.

 

Anacığım, babacığım öyle çok istisna bir şey yapmaz, çok iddialı olmazlardı ama pek samimiydiler. En mühim olan şey de ihlâslı olmak değil miydi zaten? Aslına bakarsanız gayet de kibardılar. Devamlı mütebessim bir çehre, yarı yarıya ak düşmüş saçları, iki kocaman huzur veren gözleriyle hep hayallerimi süsleyip duruyorlar. Velhasıl-ı kelâm onları unutamıyorum, unutmak da istemiyorum. Daima kalbimdeler. Oturup bir kere düşünmeye başladım mıydı, artık Kûfe kabristanında yatan cansız adamlar olmaktan çıkarlardı. Etiyle kemiğiyle, huyuyla suyuyla düpedüz şahsiyet sahibi varlıklara dönüşürlerdi. Yarı aklımla kurduğum bin türlü çetin macerada hayat bulurlardı. Allah muhafaza o güzel insanları “unuturum!” diye ödüm kopardı.

 

Yalnız; her daim, onların yaşadığı akıbeti yaşayacağımı, onun için de hazırlanmam lazım geldiğini bilir, ehemmiyetini kalbimde hissederdim. Diyeceksiniz ki: “Nedir bu kadar düşünce?” Düşün düşün, hep düşün! Nereye kadar?" Evet, her nereye gitsem, hangi şart ve durumda olursam olayım; en büyük hakikat ÖLÜM vardı karşımda! Kötü adammış, iyi adammış hiç fark etmez, yeri ve zamanı gelince alır götürürlerdi son durağa. En az bu hakikati kalbimde diri tutar, azgın NEFSİM için yapabileceklerimi gözüme kestirir, allem eder, onu dehşet bir uçurumun kıyısına sürüklerdim. İyice köşeye kıstırır, acıtırdım.

 

Bu hain nefsimi öldürmek için bir vesile uydurmam kolaydı. Bazen aç bırakır, kimi zaman yerlerde süründürürdüm mesela. Bir kıvranış, bir sendeleme olsa da kolay kolay ölmezdi… Sonra hor ve hakir bırakırdım olmadık yerde. Yine kıvranır dururdu zalim nefsim! Boşlukta, kuvvetli rüzgârın kökünden söküp attığı kuru bir dal parçası gibi fırıl fırıl döndürürdüm o haini. Kedi fareyle oynar ya, aynı öyle oynardım onunla. Hiç aman vermezdim. Biraz yüz bulsaydı tepeme çıkacağını pekâlâ bilirdim. Böyle yapınca güya panik içerisinde çırpınır, yine ölmezdi. Ne inattı! Onu bir ben bilirim! Dehşetle, avaz avaz haykırırdı: “AAAAAAAH!... Yandım!” diye feryad-ı figan etseydi de yakasını bırakmazdım. O inatlaştıkça ben de inatlaşırdım mücadelemde. Yapabildiğim en yüksek yerden başlayıp taa uçurumların dibine kadar derinleşen, o dünyanın en dipsiz yer yarığına atar, seyrederdim; gitgide küçülür, nokta kadar kalır, bilahare hepten gözümden kaybolurdu.

 

DEVAMI YARIN

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.