En üzücü olan ise bana takılan lakaplardı...

A -
A +

Sultan'ımla baş başa oturup yaptığımız sohbeti pek seviyordum. Senelerdir o beni tanımış ben de onu…

 

 

 

Evde en iyi, en temiz ne varsa onları giymeliydim; önce beyaz sarığımı sardım, biraz daha koyu beyaz cübbemi ve ten rengine yakın deri nalınlarımın tozunu sildim, giyindim. Yalnız başıma yürümek pek hoşuma gidiyor olsa da insanların tuhaf bakışlarını üzerimde hissetmekten yorulmuştum. En kötü yanı, yanımda biri olmadığında kendi kendimle saçma sapan konuşup rezil olmamdı. Kimin ne demesinden o kadar rahatsız olmasam da yine de utanıyordum. Çünkü ne zaman dışarı baksam veya dışarı çıksam âdeta eski devirlerden kalma bir dünyanın içinde gibi hissediyordum. En üzücü olan ise bana takılan lakaplardı. Kim, nereden, nasıl uydurduysa sakız gibi üzerime yapışmıştı...

 

“İşte o muhterem!” deyip parmakla gösterilmeyi hiçbir zaman seçemeyecek ve sevmeyecektim. Sultan'ımla baş başa oturup yaptığımız sohbeti pek seviyordum. Senelerdir o beni tanımış ben de onu… Bağdat'a geldiğimde ilk onunla karşılaşmış ve kısa süre içine yakınlaşmıştık. Saatlerce oturup sohbet etmiş, ona hedeflerimin en ufak detaylarından bile bahsetmiştim. Beni dikkatle dinlerdi, bütün kalbiyle. Tutum ve davranışlarıma hak verdiğini o zaman hissetmiştim. O gündür bu gündür sık sık bir araya gelir dertleşirdik. Her buluşma vakti yaklaşmadan hazırlanır, erkenden istediği yerde olurdum.

 

Bir vakit Sultan’ım bana bir şeyler verebileceğini söylemişti. İşte arkadaşlık sanırım böyle dar zamanlar için elzemdi. Her saraya yaklaştığımda delilikten uzak, ciddi görünmek istiyor olsam da sanki birileri beni benden alıyor, olmadık yerde olmadık potlar kırıyordum. Yaptıklarım, söylediklerim Sultan’ıma ağır gelip üzülse de çabuk atlatıyor, aradığı şeyi bulmuş gibi seviniyor, yine de beni sahipleniyordu. Ben de üzerimdeki sıfatlardan bunun pek mümkün olmadığını görüyor, kadere boyun büküyordum...

 

Sonunda hazırlandım ve hiç vakit kaybetmeden saraya doğru yürüdüm. Acele etmiyor etrafıma bakarak yavaşça gidiyordum. İnsanlar sokaklarda... Geçtiğim yollar ve küçük dükkânlar tıklım tıklımdı. Onlara takılmamak için cebimin derinliklerinden üç sayı tespihimi aldım ve onun düğümlerini çözmekle uğraşarak yürümeye devam ettim...

 

Bu yürüyüşte son hatırladığım, bir adamın var gücüyle bağırması ve ardından tarif edemeyeceğim derecede bir acıyla vücuduma batan metal parçalar olmuştu. Gözlerimi açtığımda büyük bir odanın içindeydim. Etrafta bekleyenleri ve koşuşturan insanları görüyordum. Ardından önümde oturan insanlar bana bakarak ayağa fırlayıp sevinç çığlıkları atmaya başladı. O kadar bitkindim ki gözlerimi tekrar kapadım. Hayatım tek tek gözümün önünden geçiyordu: Küçüklüğüm, medreseye başlamam, merkebe binmeyi öğrendiğim ilk gün… Her şeye rağmen yüzümde tebessüm hâkimdi. Sonra anne babamın birbirine takıldığı anlar gelmeye başladı aklıma. Sisler içinde küllenmiş bir ömre dair sayısız hatıralar… Beni bu davadan vazgeçirmeye çalıştıkları geceler, evden hicretim, talebelik hayatım, diğer talebeler, müderrisler... Tekrar yüzüm gülmeye başladı. “Bunu bana kim, ne diye yaptı?” dedim. Sonradan öğrenecektim ki yalnız varlıklı olanlarda husumet olmuyormuş, fukaraların da hasımları varmış. DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.