“Ey Gümüşhane ben geldim! Seni pek sevdim, beğendim…” dedim, anacığımı, babacığımı, Hüsna nineciğimi düşündüm.
Sayacağım ilkler o kadar çoktu ki fazla uzatıp vaktinizi almayayım. Zaten birçoğunu sizler de tahmin etmişsinizdir.
Arkadaşlarımın “Uzaklara gitme!” demelerine rağmen petrol istasyonun yakınındaki en yüksek noktaya çıktım. Önümde alabildiğine uzayıp giden derin bir vadi vardı. Pek uzaktan sokak lambaları bana göz kırpıyor gibi titrek görünüyordu. İçimden “Karanlıkta göz kırpmak buna deniyor herhâlde” dedim, bütün dikkatimle etrafımı tanımaya çalıştım.
Rüzgâr eser kar gelir,
Yâr gelir, ağyar gelir,
Sen olmadıktan sonra,
Gümüşhane dar gelir.
“Ey Gümüşhane ben geldim! Seni pek sevdim, beğendim…” dedim, anacığımı, babacığımı, Hüsna nineciğimi düşündüm. Onların aklının fikrinin bende olduğunu da çok iyi biliyordum. Çaresizlik bellerini bükmüş, ciğerpârelerini, çocuk denecek yaşta ve tek başına tanımadıkları, bilmedikleri bir yere göndermişlerdi. Gidip dönmemek, gelip bulmamak vardı. Nineciğim bunu pek söyler ağlardı. Benim de aklıma gelince elimde olmadan gözlerim doldu.
Hissiyatım pek kabarmıştı dokunsalardı hüngür hüngür ağlayacaktım. Belki de ondan dolayı tek başıma tenhalarda dolaşıyordum.
İlk Gümüşhane akşamını bütün varlığımla içime çekiyordum. Kafamı birçok şeylerin doldurmuş olması bile buna mâni olamıyordu. Ninemin anlattığı açlık, kıtlıkla sarsıldıkları seferberlik seneleri ve ecdat yurdundan hicret etmeleri aklıma geldi. İçimden “Benimkisi de bir hicret değil miydi? Yok yok! Onların yaşadıklarıyla mukayese edilir mi hiç? Sadece şekil benzerliği var” dedim bir benzerlik bulmaya çalıştım.
Binlerce ailenin öz vatanlarından, doğup büyüdüğü ecdat topraklarından, ıspatulayla kazınırcasına sökülüp atılmasına, tanımadıkları yerlere hicrete mecbur edilmesine benzemiyordu elbette. Hüsna nineciğim anlatırken hep fenalaşır, ağlardı. İleride ben anlatırken belki de gülecektim bu hâlime. Onların yaşadıkları gibi zalimleri görüp zulümlerine şahit olsaydık muhakkak ki şimdi burada böyle sükûnetle oturamazdım. Onlar bağı bahçeyi, falanca büyük tepeyi veya filan tarlayı, çayırı babalarının hayrına mı terk edip sıkıntıya düşmüşlerdi? Onlar, insan fıtratındaki acı ve korkuları bizden pek kuvvetli hissetmişlerdi ve çok da doğru anlamışlardı insan denilen iki ayaklı canavarları!.. Hâlbuki bizim için ne o zalimlerin korkusu, ne de eşkıya baskını endişesi vardı. Sadece çocuk denilecek yaşta anadan, babadan, alışık olduğumuz konu-komşu ve coğrafyadan ayrılmanın ürpertici serinliği vardı üzerimizde.
Minimini kafalarımız, acıyla anlatılan hikâyeler, birbirinden farklı malumatlar, neticesi olmayan hesaplar ve karmakarışık düşüncelerle doluydu. Onlardan kurtulmak bugüne ve bu ana gelmek istiyordum. Seyrettiğim güzellikler karşısında kendime hitaben; “Ey Ragıp Efendi! Söyle, hangi ilim, hangi şiir, hangi aşk, hangi devlet bu manzaradan daha güzel, daha muhteşem?” dedim, kuvvet toplamaya çalıştım.
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...