Enseme bir şaplak! Bir şaplak daha… Eli ağır değildi öyle, hafifti; ama çok acıtırdı içimi. Ya da öyle gelirdi bana...
Mesela, bazen fena enselerdi beni babam: Rahlemin üstünde ezber edeceğim sayfalar öylece otururdum, tabii kafam başka yerde, hayallere dalmışım. Şak diye yakalardı, bükerdi kulağımı, kaldırırdı oturduğum yerden, ışık gelen bir köşeye çekerdi. İşaret parmağını duvara tık tık vura vura gördüklerini, şahid olduklarını anlatırdı: “Seni yaramaz çocuk seni!” derdi, “Bu devirde okumadın mı, yapacak bir işin olmadı mı, cebinde paran, kapının önünde sürün yoksa sürüm sürüm sürünürsün... sürünür! Üç kuruşluk adamlara uşaklık edersin! Köle olur zilleti yaşatırlar!”
Sonra enseme bir şaplak! Bir şaplak daha… Eli ağır değildi öyle, hafifti; ama çok acıtırdı içimi. Ya da öyle gelirdi bana “Seni gidi seni eşek sıpası seni!..”
Aslında babamın bu göstermelik dayakları hep de odamın penceresi önünde atıyor olması tesadüfî değildi bana sorarsanız. Kendince varmak istediği bir hedefi vardı: Ne vakit aklım derslerden başka şeylere gitsin, türlü muzırlıklara çalışmaya başlasın, başımı güya bu pencereye çevirecek, şehri görecek ve orada tembel bir talebeyi ne denli kıyıcı, sefalete boğucu bir istikbalin beklediğini hatırlayıp güya korkacak ve kafamı tekrar ders kitaplarına gömecektim. Hesabı böyleydi babamın. Çok da haklıydı.
Bu ve benzeri hayal âlemimden sıyrılıp bugünüme geldiğimde yorgun argın olurdum hepten. Sanki büyük bir muharebeden çıkmış gibi... Yine de öyle oldum.
Yalnız kaldığımda işim, kulübemin duvarına yaslanıp mahmur gözlerle Dicle vadisini, uzaktaki Bağdat evlerini seyretmekti. Öğle vakti ağaçları mavi tülden gölgeleri kapımın önüne kadar uzanıyordu. Umumiyetle bu gölgeler içinde oturur, arkın kıyısına konan rengârenk kelebeklere, kuşlara bakar, büyük nehirden çağlayan su ve martı seslerini dinlerdim. Çoğu zaman üstümde hızla akan bulutları seyreder, gökyüzünün derinliğini düşünür, fakat bu muazzam boşluğa akıl sır erdiremezdim.
İşim, etrafa ümit dağıtarak huzur vermek ve gönüller fethedip duâ almak için gayret üzerine gayretle çalışmaktı. Çoğu vakit karnım aç, her zaman uykuluydum.
Şimdi de doğup büyüdüğüm memleketim Kûfe tarafından, döne döne gelen tufanı seyrediyorum. Kasırga bağlarda, tozlu yollarda dönüyor, kalın toz bulutu, salına salına geziyordu etrafımda. Hortum bir yılanın kıvrak hareketi gibi bir yükseliyor, bir alçalıyordu. Beraberinde önüne katıp ittirdiği kuru yapraklar, dikenler, çalılar toprak rengi toz bulutunun içinde savruluyor, birbirine karışarak uçuşuyordu rastgele. Fırtına bitki örtüsünün seyrek olduğu yerlerde, daha bir coşuyor, ağaçlık yerlerde tesiri azalıyordu. İçine aldığı her şeyi savurup götürüyor olsa da bana bir şey yapamıyordu. Gözlerimi ayıramıyordum bu muhteşem hadiseden. İçinde iki koca yılanın olduğunu düşünüyordum. Hayatımda en korktuğum şey yılanlardı. İnce, kalın yılanlar, sarı, gri, desenli, siyah yılanlar görmüştüm. Onlardan bazıları insanın boğazına akıyor, karnına çörekleniyor, insanı acılar içinde öldürüyormuş diye duyduğumdan mı ne, daha çok korkuyordum. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...