Benim gibi yaşayanlar muhakkak bilirler; kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık. Bir büyüğü olanlar, bu hususta bir adım önde sayılırdı.
Daha önce de söylemiştim, çocukluğum Kûfe'de geçti benim. Şu meşhur Fırat Nehri kenarındaki Kûfe'de... En sevdiğim oyuncaklarım ağaç dallarıydı. Söğüt, kavak, palmiye veya herhangi bir meyve ağacı dalı… Tahta at arabam, okum, yayım da olmuştu ama en mühim olanları at olarak binip Kûfe sokaklarını toza dumana kattığım ağaç dallarıydı… Çocukluk hayatımda onların yeri bambaşkaydı.
Benim gibi yaşayanlar muhakkak bilirler; kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık. Bir büyüğü olanlar, bu hususta bir adım önde sayılırdı. Böyle, her çocuğun kendine ait irili ufaklı, ağaç dalı atları olurdu. Bol dallı budaklı, yeşil yapraklı olanlar daha çok toz çıkardığı için tercihimizdi.
Herkesin farklı dünyaları olsa da çocukların rüyalarını süsleyen şeyler oldukça basitti. Mahalle arkadaşlarımı ağaç at sırtında görür görmez gözlerimiz ışıl ışıl, kocaman parıldayıverirdi. Daha dün gibi hatırımda hâlâ, bir karış boyumla annemin eteğine sımsıkı yapışıverirdim hemen. Galiba biraz ısrarcılığım vardı ki istediğimi yaptırabiliyordum. “Ben de isterim! Ben de isterim!” diye tutturdum mu, durdur durdurabilirsen eğer. Ana kalbi; dayanır mıydı, biz isterdik de onlar yapmazlar mıydı? Gökten ne yağdı da yer kabul etmezdi? Ah anacığım ah! Yine aklıma düştün...
Her öğün yemek için nazlanırdık. "Eh, onu mu pişirsen bunu mu..." diye diye sonunda yine anacığımın dediğini tercih eder, istemezsek de kabullenirdik. Sonra? Sonrası kolaydı. Yenmesini bekleyen bir güveç dolusu herise! Paylaşmaya kıyamaz, "hepsi benim olsun" isterdik! Tandırdan yeni çıkarılmış taze lavaşları kaptık mı doğru kapıya... pırrr diye kanatlanıp uçardık âdetâ. Koşar koşar yorulmazdık. Arkadaşlarımız da gelirdi komşu evlerden. Herkes anacığından ne koparmışsa onu çıkarır koyardık ortaya. Peynir, kavurma, yumurta, nar gibi kızartılmış ekmekler… Allah ne vermişse, ne varsa haldır huldur açardık, çimenlerin üzerine. Merakla boca eder sonra; iştahla yer, siler süpürürdük.
Bir de babacığım vardı. Pek disiplini, sevgisini içinde saklayan... Eyerli besili atı yedeğinde, gümüş saplı kamçısı elinde çıkıp gelince babacığım, boynumu büker beklerdim şirin görünmek için. “Sen yemek, içmek, gezip tozmak için yaratılmadın evlat! Hadi, biraz Kur’ân-ı kerîm okuyalım…” dedi mi akan sular dururdu. Atladığım gibi terkisine yazın kıl çadırımıza, kışın kesme taştan evimizin önüne varırdık. Anacığım gülerek karşılar, keçilerden sağdığı ve ısıtıp getirdiği bir kâse sütü içerdim. Sonra ders, yine ders…
Babamın sarığı hep beyazdı. Tabii ki bir de beyaz cübbesi hiç kirlenmezdi. “Ennezafetü minel îman...” der, başka şey demezdi. Peki ne yapardı? Mini minicik kuzularımızı, oğlaklarımızı, tay ve develerimizi tek tek yıkar, altlarını temizler evladı gibi bakardı. Onlara eziyet ettiğini, vurup dövdüğünü hiç görmedim. Sık sık "Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entaktır…” derdi. Yani hâl ile numune olmak, örnek alınacak insan olmak, dil ile “Şunu şöyle yapmalı, bunu böyle etmeli…” demeden daha ders verici, öğreticiydi. Meseleyi daha iyi anlatır, muhatabına daha tesirli olurdu. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...