İçimdeki fırtınaların dinmesini beklerken uyuyakalmışım...

A -
A +
Bu havalara, bu gidişata alışık olduğum mutat sabahlardan birini yaşıyordum. Vakit henüz erken. Sabah ezanı henüz okunmuş...

 

     UCUZ KAHRAMANLIK!..

 

 

Fatih, Mihrimah Sultan, Hırka-i şerif, Sultan Ahmet Süleymaniye’de sadece namaz mı kılınır sanırsınız? Ya İstanbul’un diğer göğe yükselen sanat eseri minareleri?

 

Ezanlara, kalabalığa, korna ve vapur seslerine karışan martı çığlıklarına, motor gürültüsüne, egzoz dumanına, mazot ve balık kokularına alışmıştım, diğer bir ifadeyle İstanbul’a adapte olmuş, her şeyine uymuştum. Yalnız biri hariç! O da sokakları parselleyen anarşi hadiseleriydi. Bu belâdan bıkmış usanmıştım.

 

Her gün mektebe gidip gelirken nerede, neyle karşılaşacağımı bilemez, pek tedirgin olurdum. Yalnız bir ben mi? Hayır! Bütün insanlarda bu korku vardı. Aileler evlatlarından, çocuklar büyüklerinden endişe duyar, huzursuz olurdu.

 

Bu havalara, bu gidişata alışık olduğum mutat sabahlardan birini yaşıyordum. Vakit henüz erken. Sabah ezanı henüz okunmuş. Abim ve kardeşlerimle beraber kaldığımız mütevâzı evimizde yeni günün hazırlıkları çoktan başlamıştı. Bütün aile ezan sesine uyanmış, boğaz derdine çare bulmak için hazırlanıyordu. Ben de son imtihanları vermek için mektebime gideceğim. Birkaç gün önceki hadiselerden dolayı biraz gidip gitmemeye korksam da başka çaremin olmadığını da biliyordum.

 

İçimdeki fırtınaların dinmesini beklerken uyumuşum. Allahü Ekber, Allahü Ekber... “Bu da ne?” diyerek yattığım yerden yeniden fırladım. “İyi ki bütün müezzinler aynı anda ezan okumuyorlar…” diye söylenerek kalktım, alelacele abdestimi aldım namazımı kıldım, rahatladım. Kızgın güneş ortalığı kavurmadan gideceğim yere gitmeliydim. “İnşaallah kazasız belasız bir gün olur! Bu haftayı da atlattık mı tamamdır” deyip kendi kendime kuvvet versem de sabahları çiçeklerin üstünde rastladığım çiyler kadar saf olan kalbim, Boğaz’daki dalgalar gibi oynuyordu. İşte ona sözüm geçmiyordu.

 

Kavga gürültüyü sevmeyen biri olarak ne yapacağımı bilmez hâlde dışarı çıktım. Bir hadise çıkar, tahsilim yarı kalır, perişan olurum diye korkuyordum içten içe! Küçük bir çocuk gibi ağlayıp zırlayıp suçu başkalarına mı atmalıydım; yoksa büyüdüğümü ispat etmek için olan veya olabilecek problemlere çözüm mü bulmalıydım? Çok şeyler düşünsem de elimden bir şey gelmeyeceği de aşikârdı. Garip bir Anadolu genci ne yapabilirdi bunca gaileye karşı? Derdime derman arayacaktım da nerede, nasıl ve ne diye arayacaktım? İşte onu bilmiyordum. Sokaklarda mı, meydanlarda mı, Fatih’te, Eminönü’nde, Topkapı’da, Taşlıtarla’da yoksa tarihçilerin “İstanbul’un nazar boncuğu” diye tarif ettikleri Kız Kulesi’nde mi?

 

 

 

Doktorun hastası yok,

 

Yiyecek pastası yok,

 

Kırma mümin kalbini,

 

Yapacak ustası yok!

 

 

 

Hava kapalı, yoğun bir nem var, ha yağdı yağacak! Önünden geçtiğim camilerden cemaat yeni dağılıyordu. Nereye gideceğime karar vermeye çalışırken sağ tarafımda bir otobüs gördüm, oraya doğru yol aldım. O an, okyanuslara pusulasız açılan bir kaptandan farkım yoktu.

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.