İşte bez, işte boyalar ve fırçalar...

A -
A +

"Yani anlayacağın, sizin Beyler köyünün ilkbahardaki hâlinin resmini yapacaksın bu beze...”

 

 

 

“Bak oğlum, senin çizgilerini tanıyor, resim kabiliyetini biliyorum. Bu beze bir manzara resmi yapacaksın. Gökdağ'dan çıkıp köyünüzden geçen ve menderesler çizerek buralara kadar gelen çayı. Tabii kenarlarında söğüt ve kavak ağaçları da olacak. Çayın üzerindeki tahta köprüyle devam eden yolu unutma. Bulutlu gökyüzü, gelincikler, mavi, sarı çiçeklerle bezeli çayırlar. Yani anlayacağın sizin Beyler köyünün ilkbahardaki hâlinin resmini yapacaksın bu beze...”

 

Bez dediği en az benim boyumun iki üç katı yüksekliğinde ve onun iki katı da eninde, küçük bir bahçe gibi bir şey. Bizim halılardan dört tanesi bile bu kadar etmezdi. Hâlâ aklım keçeleşmiş yüzümde. Soğuk ve acıdan maada bir şey hissetmiyordum, o ise durmadan projesini anlatıyordu:

 

"Çocuklar, Türkçe öğretmenleriyle 'Pusuda' müsameresini çalışıyor. Yakında hem burada oynayacak, hem de çevre kazalara tur düzenleyeceğiz. Bu yapacağın resim de piyesimizin arka fonu olacak. İşte bez, işte boyalar ve fırçalar. Sana itimat ediyorum. Bir ihtiyacın olursa bana gel, tamam mı?"

 

Yalnızca başımı sallayabildim.

 

Boya dedikleri; nalburlarda satılan kiloluk kapı, pencere boyamada kullanılan malum şeyler... Birkaç çeşit de koca el büyüklüğünde fırça... Oysa ben bu kadar büyük malzemeyle, böyle geniş bir yüzeyi hiç boyamamış, resim yapmayı hayal bile etmemiştim. Hâlâ da öyle malzemeyle, çok büyük bir manzara resmi yapmadım.

 

Etrafı dikilmiş, kalın beyaz bezi, Nazım dayı serildiği yerden topladı, kullanılmayan en büyük odaya serdi. Malzemeleri de yanına koydu. Eğilip kulağıma; “Hadi hocamın oğlu, bu herifleri bir utandır, seni göreyim!” diyerek uzaklaştı.

 

Gözünden yaş dökene,

 

Hazır mala çökene,

 

Rabbimiz yardım etsin,

 

Çok sıkıntı çekene!

 

Kolları sıvadım, işe giriştim. Derslere girmeden birkaç hafta uğraştım. Herkesin de takdir ettiği, hakikaten arkada başı dumanlı Gökdağ, eteklerinde tek katlı toprak evler, önde büklüm büklüm akıp giden çay ve üzerindeki tahta köprü, sıra sıra kavaklarla “bizim köyümüz” diyebileceğimiz bir manzara ortaya çıktı. Son şeklini bütün öğretmenler birlikte görmeye geldi. Kocaman manzaranın karşısında ayakta sıralandı, resim öğretmenimiz olan tarihçinin anlattıklarını dinliyorlardı heyecanla.

 

Resmin yapıldığı büyük hangar gibi yere en evvel gelen bu hocamdı. Genç, zayıf, uzun boylu, daima gözlüklüydü. İşte kaç hafta oluyor, onüç yaşında, çelimsiz bir köylünün ustalara taş çıkaran bir eserinin başında keyifle ellerini ovuşturarak konuşuyordu. Hayatında resim, ressam, yağlıboya, fırça görmemiş bu çocuğun kabiliyetini anlata anlata bitiremiyordu. Ama müdür çok dalgın ve meşgul görünüyordu. DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.