“Ah şimdi bir rüzgâr esse, bayrak gibi cübbem dalgalansa…” dedim...
Bu gibi iz bırakan vakalar aslında insanı olgunlaştırıyordu. Niçin mi? Dünyayı ve içindekileri daha iyi tanımama vesile olduğu için. Anladım ki bir ben yokmuşum bu dünyada. Yine anladım ki ne kadar insan varsa o kadar değişik düşünce, bakış, görüş, anlayış, seziş, anlatış tarzı var. İştahlı, ümit dolu bir bakışla yeniden hayata merhaba diyecek, kendi yolumu, büyüklerimizin gölgesinde kendim seçecektim. “Ah şimdi bir rüzgâr esse, bayrak gibi cübbem dalgalansa…”
Dedim ya beni fena tesirinde bırakmıştı bu talebe. Kesinlikle öyleydi: Şarktan hicret edip göçmüş, kara kuru sevimli bir çocuk. Kalın, mor dudaklı, yanağında tırnak büyüklüğü kadar bir ben… Şivesi de pek kaba. Ama çok güzel hitabeti var, ihlâsına hayran oluyordum. Sonra öğrendim ki pencereden düşmemiş, mânevî bir hâl yaşanmış, kırklardan biri yerine mi ne çağırmışlar? O anlatmadı ben de o kadar baş başa kaldığımız hâlde sormadım. İnsanların saklı dünyalarını merak etsem de sormak, anlatmaya mecbur etmek hoşuma gitmiyordu.
Malum; o yaşlar, kendi kendimi el yordamıyla anlamaya çalıştığım yaşlardı. Bir de üzerimdeki anne baba endişesini, konulan sınırları, ders çalışmak için kapatıldığım münzevi hayatı düşünürseniz, korkmamak, temkinli olmamak mümkün değildi. Bundan daha tabii ne olabilirdi ki? Çocukluk çağından yeni yeni çıkıyordum. Delikanlılık, karanlık, uçsuz bucaksız bir deryadan farksız bütün muhayyile kabiliyetim kabardıkça kabarıyordu. Oramda buramda çıkan tüyler, beyaz beyaz uç vermiş sivilceler de cabası… En korkuncu da bitmek nedir bilmeyen rüyalar. İşte, böyle hassas bir dönemde, deniz feneri gibi düştü dünyama bu talebe. Yepyeni bir pencere oldu bana! Müderrislerin verdiği ders dışında hep o benim hocam oluyor, güzel şeyler anlatıyordu. Onunla sohbet etmeyi pek seviyordum. Öyle alışmıştım ki onsuzluğu düşünemiyordum. Teneffüs ettiğim hava ağırlaştığında onu görmek isterdim; o anlattıkça başka bir âleme gider gelirdim bir süreliğine.
Benim biricik kardeşim, anam, babam, hocam olmuştu. Bizim medresede, bir tek büyük kalfayla meselesi vardı. Her gördüğünde surat yapardı kalfa; somurturdu. Günler, haftaları kovaladı, aylar geçti yine bu mesafeli duruş, bir merhabadan öteye geçmemişti. Neredeyse hiç muhabbetleri yoktu. Şikâyet etmekten asla bıkmadı. Ona kızar, hep bana çatardı: “Çok bağlanmışsın sen buna. Kendininmiş gibi karıştırıyor dolabını. Yahu kaç kere söyledim, dikkat edin! Bak, düzenini gene bozmuş! Her kitabın ayrı yeri var bu rafta! Burayı da silmeyiversin! Lügat nerde? Yine bulamıyorum!” Hep kalfanın suyunca gider, gene bildiğimi okurdum. Hiç takmazdı sevmediklerini, hiç! Onlar da tek kelime laf edemezdi yüzüne... Düpedüz çekiniyordu! Bize gelince aslan kesilen, ona gelince şişmiş köpük gibi sönerdi. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...