Belki de ilk kez titreyen adımlarıma eşlik eden merdivenin yüksekliğini ve beni yorduğunu bu kadar yakından hissediyordum.
O münferit beyaz sayfalar, her seferinde yara bere içinde kalan; ama direnen bir muharip kadar cesur duruyorlardı karşımda. Lisan-ı hâlle sanki bana diyorlardı ki:
“Yerinde olsam, acele etmem!”
Ben de: “Çok şaşkınım! Nefsim kendine pay çıkaracak diye teyakkuzda bekliyordum” dedim. O yine devam etti… “Kuru nutuklar dinlememende haklısın! Daha önce söylenenleri tekrarlamayı düşünmüyorum. Bak sana ne diyeceğim? Yaz; ama sonra aç ve bir dedektif hassasiyetiyle oku. Ha şunu da ilave edeyim; sakın şımarma!”
Belki de ilk kez titreyen adımlarıma eşlik eden merdivenin yüksekliğini ve beni yorduğunu bu kadar yakından hissediyordum. Hızla salonun penceresini açtım. İçimde ne fırtınalar kopuyordu. Kendi kendime; “Abdiâciz! Oğlum, kalbinin sesini dinlemen lazım!” Ya da “Kendine hürmetsizlik yapma!” Derinlere dalıp düşündükçe yenileri geliyordu aklıma...
Günlerdir kan çanağına dönen gözlerim ve bu sebeple kronikleşen bulanıklıktan yakınlarımın da nasibini aldığını sanıyordum. Ama hayır... yanılmışım! Bütün hane halkı yazılanlardan haberdar ve çoğunu da tekrar tekrar okumuşlar.
Semaya baktım. Güneşin altın hüzmelerini bütün ihtişamıyla yeryüzüne gönderdiği berrak, masmavi bir gökyüzü; “Korkma, endişe etme! Büyük düşün!” Mütefekkir Rahim Er Abimizin bize söylediği ilk sözünü hatırlatıyordu.
Bir sonraki yazılarımda yine herkesten bir şeyler, bir cümle bekleyerek pürdikkat dinlemek istiyordum lakin ne kimse yüzüme bakıyor ne de bir şeyler söylüyordu. Bu tavır, bir yandan söz hakkı almayı düşünmediğim dünyamda konuşma hissi uyandırıyor, öte yandan da canımı sıkıyordu.
Yazıyor yazıyor, durmadan yazıyordum. Kısa zamanda onlarca sayfa birikti. İnanamıyordum bunları benim yazdığıma. Yine de her fırsatta küçük bahanelerle kızıyordum kendime. Biriken sayfalar kalbime çakılı, beynime asılı duran bir dinamit olmaktan çoktan çıkmıştı. Tek düşüncem:
“Okuyanların memnun olup olmadıklarını bilmememdi. Herkes hissiyatını anlatmalıydı, ben de onlardan bir ders çıkarmalıydım. Nasıl olmuştu da kısa zamanda hatıralar peş peşe sıralanmıştı? Onlara izahlar yapıp müdafaa etmeliydim. Sorular sormalı, tartışmalı, lüzumsuz şeylerden uzak durmalı, nefsimi alt edebileceğimi ispatlamalıydım. Amma ve lakin bu iş nasıl olacaktı?
O gün pencereden yine nazlı yâri seyreder gibi yaptığım tabloyu seyre dalmıştım. Kurumuş ağaç, yaşadığım bunca senenin neticesiydi, karşı dağın zirvesinde duran kar yığınında saklanmış yaralarım varmış gibi acı çekiyordum. Boynu bükük sümbül hâlâ mahcup ve oldukça canlıydı ve etrafa yaşama sevinci veriyordu.”
“Başındaki duvağını çıkarmayan ey Sümbül...” dedim, içimden. Sanki sesimi duymuş da “Ne demek istiyorsun ey Abdiâciz?” der gibi bana bakıyordu, ben de ona. Öyle dikkatli bakıyordum ki arkası yarın seyreden bir müptela gibi dalgınlığım had safhadaydı. Zor elde ettiğim medeni cesaretim yine yerle bir olmuştu. Birden; “Herkes yazdıklarını okusun! Ne hissettiklerini bir kâğıda yazsın!” diyen bir sesin tesiri altına girdim.
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...