"Unutmayın, piyes ekibine Ragıp'ı da dâhil edin. Her gittiğimiz yere o da gelecek. Bir şey veremiyoruz, emeğinin karşılığı bu olsun bari…”
Müdür, zaman bulup anlatılanlara katılamıyor; "Hocam beğendiniz mi?" sualine ise cevap veremiyordu. Acaba bana yaptığı haksızlığı mı düşünüp üzülüyordu? Resmi yaptıran hocamın sesiyle hayallerimden uyandım.
“Ragıp'ı, çalışmaya başlamasından sonuna kadar takip ettim. Bazen dakikalarca başında bekledim. Şimdi de şahit olduklarımı anlatıyorum; bu tablo, gördüğünüz gibi pek büyük… Şartlar ise yapıma hiç müsait değil… Buna rağmen bu gördüğünüz tecrübesiz çocuk muvaffak oldu. Hafife alınıp küçümsenecek bir şey değil..." diyerek konuşmasını noktaladı.
Tarihçimiz tekrar sordu:
“Küçük çocuğun bu büyük tablosuna ne dersiniz efendim, olmuş mu?”
"Daha ne istiyorsunuz be kardeşim? Picasso gelseydi bundan daha iyisini mi yapacaktı? Unutmayın, piyes ekibine Ragıp'ı da dâhil edin. Her gittiğimiz yere o da gelecek. Bir şey veremiyoruz, emeğinin karşılığı bu olsun bari…”
Daha birkaç hafta önce sille tokat patakladığı çocuğun muvaffakıyeti müdürün moralini düzeltmiş, ona aşk, şevk vermişti. Bu işe karşı olan Sosyal Bilgiler muallimi, “Nasıl itimat ettiniz, bu kadar malzemeyi gözden çıkardınız" diyen Fransızca muallimi dediklerine bin pişmandı. Hakkı teslim etmiş, muvaffakiyetimi, cesaretimi alkışlayarak, iyi davranışıma teşekkürler ederek çekip gitmişlerdi...
Tarihçimizin haklı çıkması onu bir adım öne itmişti. Hareketleri, davranışları daha rahat, konuşurken kendinden emin, sesi daha gür çıkıyordu.
"Bu tablonun istediğim gibi önüme geleceğine adım gibi emindim ama ne benim ne de sizin neticeyi görecek kadar beklemeye sabrı yoktu. Biraz daha bastırsaydınız karşınızda daha fazla duramaz, 'illa da olsun' diye diretemezdim. Kendimi az çok tanıyorum; hiç sabrım yoktur. Ama Ragıp, kabiliyeti kadar çok sabırlı da çıktı, mâşâallah!"
Konuşulanlardan çok etkilenmiş, pek de memnun olmuştum. Mütebessim, içimden;
"O da sabırsız ama ne yapsın? Emir büyüklerimizden hocam... " diye fısıldadım.
Tarihçimiz, talebenin cesurunu, çok çalışanını, işten, okumadan yılmayanını severdi. Ona göre tahsil, bir fedakârlık sanatıydı. Tembel, miskin, beceriksizlere hiç aman vermez, hatta onları hain olarak nitelerdi; 'Hain, her yerde haindir, ha mektepte, ha kışlada fark etmez' der, hemen defterden silerdi.
Konuşmalar, iltifat, dilek, temenni, tavsiye ve tenkitlerden zamanın nasıl ilerlediğini anlayamadım. Resmi, kimsenin giremeyeceği bir boşluğa serip kurumaya bıraktıktan sonra sınıfa girdiğimde bir kahraman gibi karşılandım.
Ondan sonra duvar gazeteleri, yazı ve çizimle alâkalı her iş elimden geçer oldu. Şu an hâlâ yazıp çizebiliyorsam o günlerin hakkını inkâr edemem.
Büyük boy tabloyu gören sınıf arkadaşlarımın çoğu hayranlık duyuyor, muhabbetle karşılıyordu.
Dünya ve ona düşkün olanlar hep bunalım içindeydiler. Bu yönünü de küçük yaşta öğrenmiş oldum.
Babamı tanıyan müdür, imamlardan nefret ediyormuş meğerse... Eğer bu büyük ve o kadar da zor işin altından kalkamasaydım sonum pek fena olacakmış. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...