İlk iş çoraplarımı sonra da duvarda asılı kıyafetlerimi giyindim. Keçi derisinden yapılma seccadem beni bekliyordu.
O uzun sohbeti müteakiben deri postumun üzerine oturduğum gibi dalıp gitmişim. Sabahın ezan sesleriyle uyandım. Bulunduğum yerde yavaşça doğruldum ve pencereden dışarı baktım. Sabah namazı vaktiydi. "Tam zamanında uyandırmışlar elhamdülillah…” dedim, dışarı çıktım. Dicle kıyısına, ayaklarıma dikenler, çalı çırpı batmasın diye parmak uçlarında gittim. Elimi yüzümü, kollarımı, ayaklarımı yıkadım. Abdest, ne büyük bir nimetmiş meğer. Her uzvumu yıkadığımda Kelime-i şehadet getirip ferahlıyordum. Maddi ve mânevî kıymetini anlamakta aciz kaldığım bir hakikatti. Hissettiklerimi yazmaya kelimeler kifayetsiz kalıyordu. Tekrar parmak uçlarımda ve koşar adımlarla geri döndüm. İlk iş çoraplarımı sonra da duvarda asılı kıyafetlerimi giyindim. Keçi derisinden yapılma seccadem beni bekliyordu. Ne gözyaşlarıma şahid olmuştu. O beni ben de onu bilirdim...
Tespihlerimi çektim, karnımın gurultusunu susturmak için birkaç şey atıştırdım. Küçüklüğümde hafızamda kalan o aile içinde iştahla yediğimiz yemekleri çoktan unutmuştum. Her ne kadar evden isteyerek ayrılıp Bağdat’a ve bu mezar yerinden farksız odama yerleşsem de anne ve babamı, çocukluğumu ve o devirdeki yakınlarımın hasretini çekiyordum. Biraz ileri gidip nefsim palazlanmaya başlayınca da hepten bu düşüncemi siliyordum hem kafamdan hem de hayallerimden. Neticede kendi kararlarımı verebilecek biriydim ve iyi kötü akıbetimin nasıl olacağını da bilmiyordum. Ben değil miydim karar mekanizmasının nefsim olmasından bıkan? Bu yüzden ahiretimi tehlikeye düşürecek her şeyden irtibatımı kesmeye çalışıyordum. Tek yön ebedî saadetti. Bunun için de bambaşka bir hayat kurmuştum...
Yaşları ilerleyip torun torbaya karışsalar, fakr-u zaruret içinde olsalar bile “Acaba helâlden mi haramdan mı?" diye boğazından geçene dikkat eden, dünyası ve ahireti için en faydalı olanı tercih edip seçen, temizliğine ehemmiyet veren, elleri, yüzü güneşte şerha şerha çatlamış, zamanla beneklenip buruşsa, başı, dişi ağrısa da onları dert etmeyen, sorulan suâllere kalpten “Rabbim, hakkımızda en hayırlısını nasip eylesin, razı olduğu hâlde olabilmeyi ihsan eylesin...” duâsını ilave eden, Hak teâlânın yarattığı bütün mahlukatı; hayvan, bitki, çiçekleri, çocukları sevmekten, ihtiyarlara, amirlerine hürmet etmekten vazgeçmeyen, ümidini, hamd ve şükrünü asla yitirmeyen, ağrı ve sızılar yaşasa da belli etmeyen, gözündeki ışıltıyı, gülüşüne ve etrafa saçtığı güzelliklere yansıtan, tevekkülü her şeye sarmalayıp sade ve tabii bir olgunlukla hayatın getirdiklerini kabullenen bir teslimiyetiyle akıllıca ve sabırla ebedî hayatı için yaşayan herkesi seviyordum. O güzel insanları gördükçe yorulup nefeslenmek için oturduğum köşeden dimdik ayağa fırlıyor, onlar gibi olmaya çalışıyordum...
Vakit biraz ilerleyince ufak bir yürüyüşe çıktım. Berrak, serin Dicle sanki beni kendine çekiyordu. Suyu, güneşi görünce girmeden edemiyordum. Rahatlatıcı bir yürüyüş ve yüzmeden sonra en yakın arkadaşım Harun Reşid Sultan’ım aklıma geldi. “O, istirahatini bozup buraları teşrif etmeden ben ona gitmeliyim…” dedim, saraya çıkmaya karar verdim. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...