Odamızda bulunan soba, yaz kış kaldırılmazdı...

A -
A +

Bu anlattıklarımı kafanızda şöyle bir hayal edin, bir de bugünkü evleri ve içindekileri düşünün: “Neydik ne olduk? Nereden nereye?”

 

 

 

 

 

"Hayat, ahirete hazırlık yapmakla, ebedî hayatını düşünmekle geçiyorsa doğru yoldasın. Gerisi boş işler. "

 

"Al bu senin, sen gençsin tabii ki okuyup öğrenme çağındasın. Ömrünü eğlenmeye değil, faydalı şeylere harcayacaksın" diyen tecrübeliler de çok nadir bulunuyor.

 

Kendisi yaşayamamış, ebedî saadeti düşünüp tedbir alamayanlar; başkalarına yaşatmak da istemiyorlar. Doğru yolda olan gençlere bakınca mesut ve bahtiyar olmak yerine kıskançlık duyuyorlar. Ömrünün çoğunu evden kahvehaneye, oradan pazara gitmekle geçirmiş olanlar, istiyorlar ki bizi de maksatsız, hedefsiz bu ölü hayatın bir parçası yapıp aynı kendileri gibi yaşayalım, hiçbir şekilde farklılık göstermeyelim, dünyamızı zindan, ahiretimizi harap edip gidelim.

 

Çok uyanık olmalıydım çok!

 

Kalmadı adım, sanım,

 

Sensiz geçmiyor ânım,

 

Hoca, der soysuzlara,

 

Kaynamaz benim kanım.

 

               ***

 

Bir oda düşünün. Sel sularının getirdiği irili ufaklı muhtelif taşlarla örülmüş duvarları. İnşasında kovalarla su taşırdım. Bir sıra taş bir sıra çamur üst üste konarak yapılmış tek pencereli bir oda, O oda kadar bir avlu, bir de vazgeçilmez tandır başı denilen kap kacak konulan yerimiz vardı. Sekiz çocuklu ailenin yatıp kalktığı, bütün ihtiyaçlarının karşılandığı mekânımız.

 

Odanın içinde yaz kış kaldırılmayan bir soba bulunurdu. Üzerinde sıcak su dolu kazan ve çaydanlık eksik olmazdı. Kıble duvarına paralel yerleştirilmiş annemin babamın yattığı demir karyola, onun ucundan devam eden tahtadan yapılmış, Erzurum’un ifadesiyle seki, odanın tabanı sıkıştırılmış toprak üzerine de cil denilen otlarla örülmüş hasırlar vardı. Kış olunca hasırın üzerine kilim ve minder serilirdi. Umumiyetle yer soframız buraya konur bütün aile toplanır keyifle yemeklerimizi yerdik. Yemek seçmek, hele “onu beğenirim, bunu yemem” demek mümkün değildi. Kimse kimsenin nazını çekemezdi.

 

Bu anlattıklarımı kafanızda şöyle bir hayal edin, bir de bugünkü evleri ve içindekileri düşünün. “Neydik ne olduk? Nereden nereye?” demeden edemiyor insan.

 

Bir ömrün mühim kısmının buralarda geçtiğini, normale göre birazcık geniş bir aile olduğunuzu da düşünün. Annem, babam, abim, ben, benden küçük üç kız kardeş, üç erkek kardeş daha bir de nineciğim sık sık teşrif ederlerdi. Toplam on bir kişi… komşu köylerden, akrabalarımızdan gelebilecek misafirleri saymıyorum. Onlar da zaten eksik olmazdı.

 

Yazın ortalık alev gibi yanıyordu köyümüzde. İnsanlar akşamları tarladan, tırpanlar omuzlarında, yorgun argın dar sokaklarından, iki büklüm geçerlerken hiç şikâyet edeni duymazdım. Bazen ferahlamak ümidiyle Sütpınar’ın kaynağına gider abdest alırlardı. Bütün istirahatleri de sanırım bu kadardı.

 

Bu şartlarda bile evimiz bize saray yavrusu gibi gelirdi. Oda ve diğer bölmeler gözümde çok büyürdü. Üç beden büyük olmasına rağmen giydiğim elbiseler gibiydi. Yine de seviyordum o elbiseleri ve o toprak kokan evleri. Büyük veya küçük olduklarını hesaba katmaz, bir noksanlık olarak da görmezdim.

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.