Babamı böyle ağlarken hiç görmemiştim. Sessizce ölüye yaklaştı, gözlerini kapattı. O sırada ölünün yüzü soğumaktaydı.
Üstünde ne varsa her şeyi, yorganının kaldırılmasını istedi. O bile ağır geliyordu demek. Odadakiler yardım seferberliğindeydi, hatta iç gömleğini bile çıkardılar. Kemiklerine kadar kurumuş elleri, ayakları, içeri çökmüş karnı, kabarmış göğüs kafesi ile konuşan iskelete benziyordu. Herkes kaburga kemikleriyle upuzun bir bedeni acıyarak seyrediyordu. Ayakları o kadar kurumuştu ki…
Ölümünden az önce odadakilerde bir sessizlik oldu; fısıldayarak konuşuluyor, ayaktakiler de sessizce yürüyordu; ara sıra, hırıltıları daha hızlanan ölüm hâlindeki dedeme bakıyorlardı. Son nefesini verinci babama haber verdiler. Koşarak geldi, önce boş gözlerle baktı. Sonra gözlerinden sicim gibi sessiz yaşlar boşandı.
Babamı böyle ağlarken hiç görmemiştim. Sessizce ölüye yaklaştı, gözlerini kapattı. O sırada ölünün yüzü soğumaktaydı. Üstünde bir ışık huzmesi titreşip duruyordu; ağzı hafif aralıktı. Dudaklarının arasından tek tük kalmış bir iki çürük diş görünüyordu. Hiç ses çıkarmayan, kendisini her yandan acıyan bakışlarla süzen komşulara şaşkın şaşkın bakarak, gitgide yavaşlayan adımlarla yürüdü babacığım.
Ölüden bir adım ötede durakladı, ürkmüş gibiydi. Babası da olsa bu kupkuru mevta onu şaşırtmıştı; birdenbire ellerini gevşetti, hiç sırası değilken sarığını çıkardı. Tek tük saçı ağarmış olan adam çaresizdi. Sessizce, dik dik dedemin yüzüne bakıyor, garip bir dikkatle her hareketini takip ediyordu. Gözlerimiz karşılaştığında ben de ağlamaya başlamıştım. Dedeme mi yoksa babamın çaresizliğine mi? Orasını tam ayırt edemiyordum. Her nedense babacığımın alt dudağı titreyiverdi. Dudakları tuhaf bir hareketle çarpıtıp istemeye istemeye, başıyla ölüyü göstererek:
“Ah baba ah! 'Bir gün bu dünyadan göçerim evlat...' diyordun. İşte dediğin oldu baba!” deyip ağladı. Bu basit sözlerin bıçak gibi kalbime saplandığını hatırlıyorum… "Niçin böyle söylemişti, nereden aklına gelmişti?” o gün de bilmiyordum şimdi de...
Hüzünlü ve gözyaşlarıyla ıslanmış bir mendil uzatıldı babacığım tarafından bana. Bunun taşıdığı mânâyı ve derinliğini anlamak o zaman nasip olmamıştı ama epey üzerinde kafa yormuştum. Malumunuz herkese her şey nasip olmuyor. Çocuk aklımla bile bir gün akıbetimin toprak olacağını anlamıştım. Öğrenme açlığımın, çocuk hissiyatıyla çatışmasında ortaya çıkan hakikatin aydınlattığı dünyayı olduğu gibi görmek o yaşlarda nasip olmuştu. Sonra kendi kendime dedim ki: “Seni on, yirmi, otuz bilmem kaç sene sonra aynı merasimle, aynı şekilde toprağın bağrına gönderirlerken acaba gözyaşlarıyla ıslanmış mendil verebilecek ve uzatılanı alabilecek birileri olacak mı?" Bunu anlamak ve anlatmak o vakit için kolay değildi. Şimdi isteyen anlar, isteyen anlamaz; bunun bir nasip meselesi olduğunu da anlamıştım hamdolsun.
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...