Arkadaşımın dedesi Halit Paşanın çavuşlarındanmış, bu mevzilerde nasıl mücadele ettiklerini anlattı. Atalarımızın dramları canımı acıtmış olmalı ki gözlerim boncuk boncuk yaş doldu. Herkes de hüzünlenmişti. Bu hislerle kalkıp mevzileri dolaştık. Sanki muharebe yıllarını yeniden yaşıyormuş gibiydik. Askerî elbise düğmeleri, delik deşik olmuş alüminyum mataralar, kırık testiler, iyice paslanmış ne olduğu anlaşılmayan demir parçaları, boş mermi kovanları, sağa sola rastgele serpiştirilmiş gibiydi. Bir kısmı toprağa saplanmış bu harp kalıntılarının yanında yalnız ucu dışarıda olan sivri bir kurşun gördüm. Eğilip almak istedim, saplandığı yerden çıkaramadım. Kuru bir dal parçasıyla etrafını kazıdım. Biraz daha zorlayınca hiç bozulmamış bir şarjör mermi çıkıverdi. Toprak bulaşıklarını temizlerken arkadaşlarımdan birkaç kişi de yanıma geldi. Çakımetlerin Yahya:
- Bak Ragıp, buldukların Urus mermisi.
- Nerden biliyorsun?
Alelacele cebinden boş bir kovan çıkardı:
- İyice bak, Osmanlı kovanları böyle. Gövdeyle taban aynı kalınlıkta. Yalnız birleşme yerinde halka şeklinde bir çukurluk var. Rus kovanları da bulduğun şekilde. Fişeğin tabanı daha geniş. Osmanlı fişekleriyle Urus fişekleri arasındaki en mühim bir fark da; tabanlarındaki yazılardır. Çok rahat okunuyor, dikkatlice bak görürsün. Urus kovanlarında, bizim şimdiki kitaplarımızda olanlara benzer harfler var, Osmanlı kovanlarının tabanındaysa Kur’ân-ı kerim harflerine benzer yazılar… Bana da Memmed Dadaşım göstermişti, ikisi arasındaki bu farkı.
- Hım, evet, bayağı farklı. Tamam anladım.
Onları ne mi yaptık? Akılalmaz bir cehalet numunesi sergiledik. Sağdan, soldan topladığımız çalı-çırpıyla bir ateş tutuşturduk ve bu orijinal mermileri, alevlerin içine attık. Mısır patlaması gibi peş peşe patlamalarını seyrettik. Allahü teâlâ bizi büyük bir felaketten korudu. Şimdi aklıma geliyor da tüylerim diken diken oluyor.
Sen kapıdan girince,
Bana selam verince,
Dünyalar benim olur,
Böyle yakın görünce...
Günümüz çok keyifli, eğlenceli geçmişti. Şiirler okumuş, yarışmalar yapmış, yiyip içip yeni arkadaşlar edinmiştik. Vaktin nasıl geçtiğini hiç anlayamadım. Yeni edindiğimiz arkadaşlarımızdan ayrılmamız da kolay olmadı. En kısa zamanda tekrar buluşmanın sözünü alarak vedalaştık. Neşeyle eve gittiğimde annemin, babamın çok üzgün olduğunu gördüm. Neler olup bittiğini pek merak ediyor, kimseye de bir şey soramıyordum. Hani derler ya; "sevinci kursağında kalma..." Benim de öyle oldu. Sonra öğrendim ki. Biz o gün kırlara gidince köye müfettiş gelmiş.
Babam da; “misafir yalnız kalmasın” diye “hoş geldin" demek ve yemeğe davet etmek için yanına gitmiş. Başında namaz takkesi varmış. Adam onu görünce küplere binmiş, bağırmış, çağırmış, çocuk azarlar gibi hakaretler etmiş;
"O başındaki ne, o başındaki ne?" diye alabildiğine bağırmasını komşular bile duymuş. Herkes korkusundan sinmiş, bir şey diyememiş.
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...