Günlerce bugüne hazırlandık. Annelerimiz keteler, börekler, çörekler pişirmiş, yumurta haşlamışlardı.
Dedemin vefatından, yeni doğum yapmış medeğimizin donma senesinden hareketle dünyaya geldiğim yıl tespit edildi… O şartlar içinde bu tarihi tespit etmek bile büyük muvaffakiyetti. Bundan sonra; “doğum senem malum ya” deyip kendimi teselli edecektim hep.
Dünya durmayıp döner, insan sanki bir fener,
Ne kadar çok yaşasa, akıbet bir gün söner!
***
URUS MERMİLERİ!..
Babamın imamlık yaptığı köyde hiç unutmadığım bir hadise oldu. İlkokul ikinci sınıfa gidiyorum.
Uzun kış günlerini geride bırakmıştık. Hasretle beklediğimiz baharla birlikte bizler de keyifleniyorduk. Karlar, billurdan damlacıklar oluşturarak eriyor, dereler, çaylar şelaleler oluşturarak coşuyor, uçsuz bucaksız çayırlar sarı mayıs çiçekleriyle donanıyordu. Bir haber; "gezimiz var..." Komşu köyün okuluyla Karagöl denilen yerde buluşup dostluk, kardeşlik, arkadaşlık hissiyatımızı geliştirecektik.
Günlerce bugüne hazırlandık. Annelerimiz keteler, börekler, çörekler pişirmiş, yumurta haşlamışlardı. Birinci, ikinci, üçüncü sınıflar kendi öğretmenleriyle, dördüncü, beşinci sınıflar da kendi muallimleriyle yola çıktık.
Sabahtan beri elimizde yiyecek çıkınlarımız gruplar hâlinde yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor, bazen yemyeşil çayırlarda devam ediyordu. Yol gösteren kılavuzumuz köyün bekçisi Ali dayıydı. Vakit vakit pamuk yumağı bir bulutun gölgesinde, bazen altın sarısı oklarını bütün kuvvetiyle üzerimize diken güneşin altında yol aldık. Alışıktık bu hayata, bize hiç zor gelmiyordu. Hafif esen rüzgâr da olmasaydı terden sırılsıklam olacaktık.
Nihayetsiz bir kubbe misali dumanlı gökten sonsuzluğu hatırlatan kuş cıvıltıları çocuk seslerine karışıyor, karşı yamaçlarda yankılanıyordu. Çocukluk heyecanıyla içimiz kıpır kıpır olsa da iyice yorulmuştuk. Elimdeki sepet gittikçe ağırlaşıyordu. Gayr-i ihtiyari; “Keşke biraz dinlenseydik” dedim.
Çok sessiz söylenmeme rağmen sınıf öğretmenim Fuat Bey duymuş olmalı ki tebessüm etti, zeytuni, kıvırcık saçları altındaki, güneşte pembeleşmiş çehresini bizden yana çevirdi; “Ne o çocuklar yoruldunuz mu?” diye sordu.
Kim için naz edersin?
Allah hayrını versin!
Yürümeye kızarsın,
Ya sopaya ne dersin?
Kimse cevap vermedi. Sırtında bu kadar talebenin mesuliyetini taşıyan, pek sevip saydığımız bu genç muallime yorgunluğumuzu söyleyemedik. Başımı öne eğip yokuş yukarı tırmanırken o hâlâ konuşuyordu; “Ha biraz daha gayret çocuklar! Çoğu gitti azı kaldı. Tepenin başına bir çıkalım, oradan öte Karagöl'e kadar yol düzdür, yeniş, yokuş yoktur” dedi.
Kızgın güneş altında bir müddet daha yokuş yukarı tırmandık. Trabzon lastiklerimin altında ezilen kar çiçekleri, çiğdemler içimi acıtsa da yürüyeceğim bir başka yol yoktu.
Düşmemek, uçurumlardan yuvarlanmamak için tutunduğum çalı kökleri, ayaklarımın bastığı yerden kopan irili ufaklı taşlar, kesek kesek topraklar dere aşağı yarışırcasına yuvarlanıyor, çıkardıkları seslerden ürken kertenkeleler; korkularından olsa gerek, sağa sola kaçışıyordu. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...