"Şimdi ben ne yapacağım?" diye düşünürken komşular yetişti...

A -
A +
Köyden getirdiğimiz lavaş ekmekler, civil peynir buz kesilmiş... Sobanın yanı başında kovadaki su tamamen donmuş ve bir taş gibi olmuştu.

 

 

Bu fırtınalı gecede yine sobayı yakamamıştık, elbiselerimizi de çıkarmadan, titreyerek aynı yatağa girdik, başımızı yorganın altına gizleyerek nefesimizle ısınmaya çalıştık. Neden sonra uyumuşuz. Hiç de üstümüzü açmamışız...

 

Sabah ezânlarıyla birlikte uyandık, kalktık. Karnımızı doyurup mektebe gideceğiz... İki hafta önce köyden getirdiğimiz lavaş ekmekler, civil peynir buz kesilmiş... Sobanın yanı başında kovadaki su tamamen donmuş, bütün bir taş gibi olmuştu. Donmuş ekmek peynirden ne kadar yiyebildik siz hayal edin, ben tam anlatamıyorum. O vaziyette aç, susuz mektebe gidip kömür sobasına sarılırcasına yaklaşınca ceketim de yanmaz mı? Bu şiddetli kışta bir de ceketsiz kalmıştım. Pardösü, kaban denen bir şey zaten yoktu. "Şimdi ben ne yapacağım?" diye düşünürken komşular imdadıma yetişti. Eski püskü bir ceket uydurdular. Birkaç haftamız böyle geçti. Allahü teâlâ bizi hıfz-ü himaye etti. Dipfrizden, derin dondurucudan da soğuk olan bu talebe evinde aşırı bitlenmeyi saymazsak bize ciddi bir şey olmamıştı, hastalanmadık da, elhamdülillah.

 

Ortalık biraz sakinleşip hava açılınca birkaç hafta sonra köye gittim. Rahmetli ninem, beni başımda mektep şapkasıyla görünce;

 

"O başındaki ne?" deyip bayıldı.

 

Annem, çaresiz sağa sola koşuyor;

 

"Yetişiiin komşular!" diye feryad-ı figan ediyordu. İmdat sesini duyanlar eve dolmuştu, ağlaşmaya başladılar. Ne ileri gidiyor, ne de geri gelebiliyordum şaşkınlıktan donup kalmıştım âdeta.

 

"O başındaki ne?" sorusu bir kır gezisinde ailemizi perişan etmişti. Aynı soru şimdi de en sevdiğim canım Nineciğim tarafından bana soruluyor ve acıyla bayılıyordu, gözümün önünde.

 

İçimden "Allah! Allah! Ne yapmalıyım?" diyebildim...

 

Her taraf kar, aşırı soğuk olduğundan o hafta ilk defa şapkayla gelmiştim eve. Bu mektep kıyafetiyle hiç görmemişti ninem. Sonra öğrendim ki Nineciğim beni, onun ifadesiyle “Urus" askerlerine benzetmiş. Bu benzetişi duyunca ben de; “URUS ASKERLERİ Mİ? Başka benzetecek bir şey bulamadınız mı?" diye bağırmışım elimde olmadan. Sonradan işin mahiyeti anlaşıldı. Çocukken şahit olduğu Rus işgali, Ermeni zulmü derin iz bırakmış hafızasında, travma oluşturmuş iç âleminde nineciğimin… O acı hatıralar birden gözünde canlanınca fenalaşmış, elinde olmadan da bayılmış tabii.

 

Asıl endişesi; imanımıza bir helâl gelmesindenmiş… Kar-kış, yemek, ev meselesini dile dolaması kılıfmış meğerse...

 

Hey gidi Hüsna Nineciğim hey! Mekânın Cennet olsun, nur içinde yatasın e mi?

 

 

 

Kötülüklerden kaç, verme hiç değer,

 

Desinler sana bir er oğlu er.

 

Elin kapısını çalarsan eğer,

 

El de senin kapın çalar demişler.

 

 

 

Sözünü uzatan, sürçer, gaf eder,

 

Kıymetli vaktini hep israf eder,

 

Hem de çok yanılır, çok günah işler,

 

Fazla söz yalansız olmaz demişler!

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.