“Bunda bir şey vardı ama ne?" diyerek biraz daha oyalandım. Dışarı çıkmak için bir bahane de bulamıyordum.
Erkekler kızlarla konuşmak için türlü bahaneler uydurmaya çalışırken ben tabiatım icabı hiç alâkadar olmazdım. Hem zaten utangaç da sayılırdım. Hele kızlara karşı elimde olmadan mesafe koyuyor, her yönüyle yakın olmaktan imtina ediyordum.
Bu sınıf arkadaşımızla törenlerde mecburi hâl hatır sormaların dışında başka bir sohbetimiz de olmamıştı. Hattâ birçok arkadaşın;
"Senin yerinde ben olacağım ki oğlum neler yapardım neler..." dediğine bir mânâ veremez, işime bakardım.
Şimdi içime kurt düşmüştü. Çeşitli sorulardan kurtulamıyordum bir türlü:
“Sınıfta yalnız olduğumu nereden, nasıl duymuştu?”
"Neden gelmiş ve niçin hâlâ içerideydi?"
Düşündüm, ders çalışılacak, kitap okunacak vakit de değildi. İmtihanlarımızın çoğu tamamlanmıştı.
“Bunda bir şey vardı ama ne?" diyerek biraz daha oyalandım. Dışarı çıkmak için bir bahane de bulamıyordum.
Elindeki kitabın sarı sayfalarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini ara sıra, görünüşte pencere tarafına, aslındaysa bana çevirip sonra tekrar önüne dönüyordu... Daha fazla sabredemedi birden beyaz, parlak dişlerini gösterecek şekilde gülümsedi. Dolgun ve düzgün ak elini başına götürdü. Sarı saçlarını okşar gibi düzeltti. Tekrar okunacak bir yer arıyormuş gibi sayfaları ileri-geri çevirdi. Yine kaldığı yere döndü. Galiba bir şey diyecekti ama cesareti yoktu. Sınıfın açık penceresinden giren, envai çeşit bahar kokuları getiren rüzgâr, onu alakadar etmiyor, kuşların kesintisiz cıvıltıları, dalgınlığından uyandırmıyordu. Neden sonra yavaşça sıraya dayandı. Ellerini masanın üzerine koydu, başını kaldırdı.
Kafamdaki sorular gittikçe çoğalıyordu:
"Kendisini buraya iten, karşı konmaz bir gençlik arzusu muydu?"
"İç âleminde ne fırtınalar vardı?"
"Yoksa ailevi sıkıntılar içinde miydi?"
"Genç bir âşığı tahrik edecek kadar güzel bu bahar günü, onu niçin esrarlı dünyasından uyandırmıyordu?"
Oysa bütün talebeler, onun bir tebessümü ve ela gözlerinin yürek hoplatan şuh bakışları için neler vermezdi ki...
Ben bu hissiyat içindeyken zarif bir sesle irkildim:
- Ragıp, herkes dışarıda, sen burada ne yapıyorsun?
- Ben de aynı şeyi düşünüyordum, ya sen; niçin buradasın?
- Hiiç!
- Oooh! Ne cevap değil mi? 'Hiç' de işin içinden çıkıver kolayca...
- Müthiş bir roman okuyorum da…
- !!!
Cevap vermeyince okuduğu kitabı kapattı, sevinç dolu ela gözlerini üzerime dikti. Oldukça kibar ve de nazik görünüyordu. Hoş bir İstanbul şivesiyle;
- Bazı şeylerin sebebi olmaz. Canım sınıfa çekilmek istedi o kadar... dedi. Lakin maksadı beni konuşturmak olduğu da aşikârdı, devam etti:
- Peki, senin ne işin var bu güneşli günde, tebeşir tozlu, köhne odada. Bir kış boyunca bıkmadın mı?
- Ne bileyim, alışkanlık...
- Nasıl?
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...