"Ya çarşıda, ya da Dicle kıyısında küçük bir dükkânı olan esnaf olsaydım çok daha rahat ederdim Behlül..."
Halife:
- Herkese nasip olmaz “PEKİ” demek, ne büyük nimet! Bak Behlül... Zaman zaman ne isterdim, biliyor musun?
- Sizin aklınıza münasip düşünemem Sultan'ım!
- Ya çarşıda, ya da Dicle kıyısında küçük bir dükkânı olan esnaf olsaydım çok daha rahat ederdim. Orta hâlli bir zanaatkâr da olmak isterdim. Ne bileyim bir nalbant, marangoz, demirci, hatta ve hatta dağ başında sürülerini güden gamsız bir çoban bile olmayı düşünmedim değil.
- Sultanlıktan çobanlığa... Bu bir terfi mi? Peki, niçin?
- Ne sayarsan say Behlül! Yerimde olsaydın ne demek istediğimi daha iyi anlardın.
- Yerinde olmak istemezdim Efendim!
- O niyetini biliyorum! Ne bileyim? Bu hayat kolay değil!
- Meselâ!
- Meselâ; sabah evimden gönül rahatlığıyla “Besmele…" çekip çıksaydım, işime gelip akşam Allahü teâlâ ne kadar helâlinden kâr verdi ise onunla çoluk çocuğumun nafakasını alsaydım, atıma değil hatta eşeğime binseydim aklıma herhangi bir şey gelmeden, huzur dolu bir kalple... piyadeye bile razıydım, yorgun argın amma kafam dinç, içi binbir dertle dolmamış evimin eşiğinden içeri, selâm verip “elhamdülillah” diyerek girseydim! Hayat arkadaşım, yoldaşım, evimin sultanı hanımım; güler yüzle, tatlı dille, çocuklarım muhabbet ve hürmetle beni karşılasalardı. Etrafa gülücükler dağıtarak hamama geçseydim, güzel bir yıkanıp temizlendikten sonra, gül suları ile durulanıp soframın başına geçseydim, Allah ne vermişse; nefis çorbamızı zevkle içseydim, her işimi Sünnet-i seniyyeye münasip uygun bir şekilde yiyebilseydim. Konu komşu bizden dolayı sıkıntı çekmeseydi, rahat etselerdi, kimsenin derdi bize illet olmasaydı. Ne bileyim, kalplerimiz ferah, büyük meselelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gidebilseydim emr-i Hak vâki oluncaya kadar.
- Ne güzel olurdu değil mi? Siz de az şey istemiyormuşsunuz Sultan’ım! Dünyayı tanımış olduğunuza delalet eder bu saydıklarınız muhterem Efendim!
- Nefis, şeytan var ya... gel bir de bana sor! Sabırsız ahalinin mânâlı bakışlarıyla karşılaşmamak için hükümdarlık hırkamı giymemeye razıydım. Bana hasetlik dolu kem gözle baktıklarında, yüzüme karşı içlerinden sövüp saydıklarında “hakkımızı ver…” dediklerinde ne isterdim biliyor musun? Muhannete muhtaç olmayacak kadar cebinde harçlığı olan, hâli vakti yerinde ünvânsız, makamsız kişi olarak Peygamberimizin, sallallahü aleyhi ve sellem, yaşadığı topraklara gitmek…
- Kim mâni oluyor? İstediğin yere git! Senin elinde her şey!
- Ah ah! Demek kolay Behlül! Ben de istemez miyim oraları görmek? Amma gelgelelim, bu koskoca memleketin, devletin hükümdarısın, hanı, hakanı, emîri, şahı, padişahısın, cümle âlemin gözleri üzerimde... Adım atışım, bakışım, dudaklarımın kıpırdayışı bile tecessüs uyandırıyor. Gelenlerin gidenlerin hâlini görüyorsun. Ya onların beldelerinde, dünyaya düşkün cümle halk ortasında insan rahat nefes alabilir mi? Neylersin ki bu tac-ı tahtın da dışı ahaliyi heveslendirirken, içi beni yakan böyle tarifsiz esareti var…
DEVAMI YARIN