Yorulduğumu hissettim ve tarihî bir medresenin avlusuna girdim...

A -
A +

Niçin kötü şeyler düşünüyordum ki? Kıvrak bir hareketle döndüm. “Dünya ne kadar da küçük” diye düşündüm.

 

 

Yüreğim pır pır ederken etrafıma bakındım yeniden. Belli ki talebeler derslerine, işçiler işine gidiyordu. Niçin kötü şeyler düşünüyordum ki? Kıvrak bir hareketle döndüm. “Dünya ne kadar da küçük” diye düşündüm. Biraz daha yürüdüm. Yorulduğumu hissettim ve kocaman, muhteşem ve tarihî bir medresenin avlusuna girip oturdum. Biraz sonra başka biri de gelip yakınımda oturdu. Uzaktan selamlaştık.

 

Medeniyetlerin başşehriydi sokaklarında dolaştığımız bu eşsiz şehir. Kimilerinin Konstantinopolis’i, kimilerinin Asitane’si, kimilerinin Dersaadet’i, bazılarının İslambol’u, bazılarının da İstanbul’uydu… Ya bizim neyimizdi? Ekmek teknemiz miydi, ümitlerimiz, istikbalimiz miydi? Ya, tövbe tövbe! Bu akılsız aklıma neler geliyordu böyle! "Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır,/Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır" diye boşuna dememişti şair. Ne kadar kalpten söylemiş ki asırlar sonra bizler bile dile getiriyorduk. Âdetâ dilimizde pelesenk olmuş bu nadide mısraların mânâsını düşündüm: “Bu İstanbul şehri eşi benzeri bulunmayan bir yerdir./Onun bir taşına baştan sonra bütün Acem mülkü feda edilse yeridir.”

 

Daha fazla vakit kaybetmemem lazımdı. Yürekciğim pır pır ederken isimlerini sayıp bitiremediğim şehrin semtlerinde, korkulu, bir o kadar da merakla yol alıyordum. Kaç senedir, fiilen içinde yaşadığım hâlde bu âlemi anlamaya tanımaya vaktim de kuvvetim de yetmiyordu, bundan sonra da yetmeyeceğe benziyordu.

 

Bildiğim tek şey; gideceğim mesafe uzun, işim ise pek mühimdi...

 

Tarihî Osmanlı camileri ve onların gökyüzüne yükselen sivri minareleri, gri betonarme binaların alçaklı yüksekli sayısız ve belli belirsiz hayali gibi yükselen İstanbul, yeni bir güne çoktan merhaba demişti.

 

Fasılasız yağan yağmurla birlikte camları titreterek şaklayan gök gürültüsü, arabaların korna sesine karışıyor, sert bir rüzgâr bu metropol ambiyansını esrarlı bir uğultu hâlinde her tarafa yayıyordu… Alışılmış çığlıklarıyla hüznü, gamı, kasveti hatırlatan martı sürüleri; serin atmosferin ürkütücü hâlini daha da artırıyordu. Kabına sığmayan azgın dalgalar, dur durak bilmeden inadına sahili dövüyor, hırçın deniz gittikçe koyulaşıyor, kararıyordu. Kaçışan insanlar, dağınık tezgâhlar, çocuksuz parklar, sel olmuş akan sokaklar, trafiği sıkışmış yollar, düdüğünü öttüren vapurlar, sanki korkunç bir günün habercisi gibiydi.

 

Koşarak geçtiğim sokak başında, sıkılmış ve kan damlayan bir sol yumruk altında kalın, kara ve kızıl renkli cümleleri, ürkek ve kaçamak gözlerle okuyarak ilerledim: "Oy verme, hesap sor, yaşasın devrimci yol!"

 

Şehid kanlarıyla sulanmış şirin memleketimize musallat olan anarşik hâdiseler, dinmek nedir bilmiyordu. Her gün bir banka soygunu, her gün kavga, cinayet ve ismi konmamış bir acıyla sarsılan insanımız iyice yorulmuştu. Kimin nerede, ne şekilde, neyle karşılaşacağı hiç belli değildi. Ansızın önümüze dikilip hesap soracaklara ne cevap verebileceğimizi bilememe telaşıyla, kimseyle göz göze gelmemek için hep önüme bakarak yürüyordum...

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.