Şu mısraların şâiri, kim bilir hangi bunalımların girdabındaydı ki bir mübarek bayrâm günü şen-şakrak, memnun-mütebessim sevineceğine bağrını hançerlercesine “bayrâm gelmiş neyime, kan damlar yüreğime!!!” diye feryatlar koparmış?!.
Demek ki bayrâmda bir sevinenler ve bir de üzüm üzüm üzülenler, yerinenler, dertliler, tasalılar, yol gözleyenler, kapıya kulak kesilenler, telefon zili bekleyenler, dört duvar arasında derdiyle Allah’a sığınıp kalanlar…. yaşlı ana-babalar, yoksullar, kimsesizler, terk edilmişler, huzurevinde, bakımevinde, derme-çatma dam altında olanlar var!
“Yuva” dediğimiz, “ev” dediğimiz meskenler, gerek Türk ve gerekse İslâm tarihinde hiçbir devirde içinde yaşadığımız şu yirmi birinci asırdaki evlerin, apartmanların, sitelerin, villaların seviyesindeki debdebe, lüks ve tantanada olmadı. Bunların her biri durumuna göre 5 yıldızdan 3 yıldıza kadar yıldızlı otel konforunda. Hiç farkında olunmasa bile günümüzde çok yazıktır ki evler, sadece yatıp-kalkılan ve kahvaltı ve akşam yemeği yenilen çekirdek aile oteline döndüler. Hakîkaten böyle; esef ederek söylüyoruz ki evler, yuva olmaktan uzaklaşarak maddesi ve mânâsıyla otelleştiler. Artık giderek misafir kabulü kalktı. Evde yemek yapma bile giderek terk ediliyor. Çat kapı gitmeyle ahbap, akraba, çocukla gelen veya telefonla bildirilen “müsaitseniz” diye başlayan ziyaretler ve misafirlik haberleri, önce “randevu” nam soğuk kelimeye mağlup oldu sonra hayatlardan koptu. Hiç çekinmeden adını koyalım; komşuluk, en azından büyük kentlerde öldü, mahalle hayatı bitti, ziyaret, hatır sorma terk edildi. Ödünç para alıp-verme, artık tarih öncesi hayal! Özümüzden o kadar uzaklaştık ki her biri bir kasaba kadar nüfus barındıran siteler, kışlalaştı. Otellere ve belki hatta kışlalara bile daha rahat girilir. Site kapısında güvenlik, âdeta titiz bir gümrük kontrolü yapmaktadır.
Diğer yandan anne veya baba yahut onlardan hayatta kalanı, iki-üç sokak ötede yüreğine kan damlayarak hayata tahammül etmeye, bayramı tatmaya kendini zorlarken iki-üç sokak beride kızı veya oğlu bekâr olarak yaşmakta veya oğlu, gelini, torunları aynı mesafede 150 m2 apartman dairesinde, sitede, villada, yahut birkaç katlı evde keyif içindedirler. Onlar, Bayrâm gelince de mevsimine göre ya deniz sahiline veya dağa kayağa koşar ve oradan koca evde bir eşya gibi kalmış ana-babayı lütfedip telefonla ararlar. Eski yazılarımda şöyle bir hâtırayı nakletmiştim…
Bir İngiliz, Londra’da kalp ameliyatı olur. Hastanın oğlu, ameliyattan sonra doktor Bingür Sönmez’i arar ve babasının vaziyetini sorar. Ameliyatı gerçekleştiren doktor, malumat verir ve “başarılı geçti” der. Bunun üzerine ahizenin diğer ucundaki şöyle der: “İyi öyleyse; cumartesi günü maçım var; maçtan sonra ziyâretine gelirim.”
Bu konuşmadan haberi olan diğer hastalardan bazıları kendi aralarında “ne hayrlı evlatlar var, telefon açıp babasının hatırını soruyor” diye konuşurlar.
Bir gün arabamla seyir hâlindeyken TRT Radyosu açıktı. Sunucu Dâr’ülâceze’den bir yetkiliye bağlanmıştı. Konuşmacı, çok şeyler anlattı. Şu naklettiği ise kan dondurucu cinstendi:
-Üç ay evvel, bir profesör, bize annesini getirdi. Yaşlı ananın kayıt kabulünü yaptık. Diğer misafirlerimiz gibi ona da gerekli ihtimamı gösteriyorduk, yaşayıp gidiyordu. Böylece bir ay kadar zaman geçmişti söz konusu hanım, vefat etti. Bunun üzerine oğluna telefon açıp acı haberi verdim. Ama gelin görün ki profesörden aldığım beklenmedik cevapla şaşkına döndüm. Şöyle diyordu: “Ben, size lazım gelen masrafı vermiştim, ne icap ediyorsa yaparsınız!”
Görüldüğü gibi akademisyen olmak, zengin olmak, meşhur olmak, güçlü olmak… başka, insan olmak; evet, insan olmak, eşref-i mahlukatlıktan; yaradılmışların en şereflisi olmaktan nasîblenmek çok daha başka.
…Makaleyi buraya kadar okudunuz, eksik olmayınız; gözünüzün nuru ve ömrünüz bereketlensin, ağzınızın tadı bozulmasın ama ben, bunları yazmayacaktım.
Şifre, Hazreti Yunus’ta:
“Bir ben vardur bende, benden içeru!”
Siz, bizim yazdığımızı sanırsınız fakat elimizde tuttuğumuz kalem-klavye, herhâlde Kalem Sure-i şerîfinden aldığı cesâretle bâzen kendi bildiği gibi hareket eder. Sanki yazar, onlara değil, onlar yazara hükmeder… âdeta yazarın düşündüğünü değil, kendi bildiğini yazarlar. Bugün de öyle oldu. Biz, söylemiş olsak da bir Söyleten kalemi, irâde-i külliye esrarında yönlendirerek kim bilir kimlerin kan damlayan yüreklerinin iniltilerini duyurmak istedi.
Oysa,
Biz, Gazze’yi yazacaktık:
-Bir avuç Gazze’de her gün en az 10, 20, 30… kişi şehîd olurken, bebek, çocuk, kadın, yaşlı katledilirken, çocuklar açlıktan ve soğuktan ölürken, merhametsiz Haçlı dünyası, zalim Siyonist İsrail’e soykırıma devâm etsin diye her türlü desteği verirken, utanası birtakım Müslüman ülkeler, gamsız ve tasasız bu mezalimi seyrederken… biz, iki milyar İslâm dünyası, hangi hakla bayrâm edebiliyoruz?
Diye kan damlayan bir yürekle soracak, daha birçok acı şeyler söyleyecek, yüzlere ayna tutmaya, istikbale, vesika bırakmaya çalışacaktık.
Ama;
bizim dediğimiz değil, Allah’ın dediği oldu.
Sevgili Peygamberimiz -aleyh’s salâtü vesselâm- ne buyurmaktalar?
-Olanda hayr vardır!
Âmennâ ve saddaknâ. İnandık ve onayladık!
İşbu duygu ve düşüncelerle bayrâm yapmaya hakkı olanların, tebriğe layık olanların bayramlarını tebrik ediyoruz. Onların Bayramları Bayram, son nefesleri de
Bayram olsun…
Alvarlı Efe Hazretleri ne de hoş demiş:
Cân bula cânânını,
Bayrâm, ol bayrâm ola!
Âmîn.
Rahim Er'in önceki yazıları...
Gazzelileri kurtarmak için hiç kimse İsrail'le savaşmadığına ve savaşmayacağına göre hicretten başka çâre var mıdır?! Zulme engel olunamıyorsa hicret vacib olmaz mı?!