Son zamanlarda “keyif” kelimesi acayip keyfimi kaçırmaya başladı. Ne yana baksam, içinden keyif geçen bir cümle görüyorum.
Çok keyifli bir projeydi… Bu keyifli sohbet için teşekkürler… Acayip keyifli bir adam… Kahve keyfi, tatil keyfi, keyifli bir kaçamak, keyif, keyif keyif!
Daha yeter ama! Gerçekten bıktık! Adam eşiyle sinemaya gidiyor. Daha film başlamadan bir fotoğraf çekip, “Aşkımla film keyfi” yazıyor. İyi de daha filmi seyretmediniz! Nereden biliyorsun keyif alacağını? Belki berbat bir film ve çok sıkılacaksınız. Belki arada kavga edeceksiniz.
Daha kahve pişmeden cezvenin fotoğrafını çekip, “Biriciğimle kahve keyfi” yazılmaz. Önce kahve içilir. Kahvenin tadına, muhabbetin gidişatına bakılır. Sonra karar verilir.
Bu konuyu modern hayatın sevimli bir detayı olarak görüyor olabilirsiniz ama keyif alma saplantısı hayatla olan ilişkimizde çok çıkarcı davranmamıza yol açıyor ve fark etmiyoruz. Zaten bu yüzden keyfinizin kâhyalığına soyundum bugün. Sahip olduğumuz zamanı keyif ve mutluluk için yatırım aracı olarak kullanmaya başladığımıza dikkatinizi çekmek istedim.
Dikkat edin, artık insanla, eşyayla ve en genel manada hayatla olan ilişkimizde hep menfaat gözetiyoruz. Bu menfaat ilişkisinin temelinde de hazcılık yatıyor. Yapacağımız her işten tek bir beklentimiz var: Keyif almak, eğlenmek, mutlu olmak...
İyi de bunlar sonuç! Yani bir şey yaparsın ve sonucunda oluşan hissiyata göre keyif alıp almadığına karar verirsin. Aksini yaparsan beklenti enflasyonu oluşur ve yatırımın çöp olur.
Keyif almak için kitap okunmaz. Güzel vakit geçirmek için arkadaşlarla görüşülmez. Mutlu olmak için evlenilmez. Bu hayatla pazarlık yapmaktır ve hayat pazarlığı kaldırmaz.
Kitap okunur, arkadaşlarla görüşülür, evlenilir. Muhasebesi sonra yapılır.
Bir iş kurmaya karar veren kişi koşarak para sayma makinesi almaya giderse komik olmaz mı? Bence olur.
***
Deniz kenarında soğuk kahvenizi yudumlarken kitap okuduğunuzu düşünün… Martı çığlıkları dalga seslerine karışıyor, güneşin son ışıkları denizi turuncuya boyuyor.
Eğer böyle bir sahnede içinizden ha bire, “Çok iyi ya! Harika bir ortamda kitap okuyorum ve çok rahatlıyorum. Ne güzel!” türünden şeyler söylüyorsanız o işte bir sakatlık var demektir. Çünkü insan gerçekten keyif aldığı bir şeyi yaparken ne kadar keyif aldığını düşünmez. Eğer düşünüyorsa keyif alamadığı içindir ve hedeflenen keyif seviyesine ulaşmak için enerji harcıyordur. Bu da hayal kırıklığıyla karışık bir yorgunluğa sebep olur.
Hâlbuki hayatla kurulacak ilişkideki en önemli özellik samimiyettir ve samimiyet de çıkarsız olmayı gerektirir. Yani yaşadığın şeyler seni mutlu da edebilir mutsuz da. Bunu anlayan ve kabul edenler tevekkül sahibi, anlamayanlar da dert sahibi olur.
***
Şahsen ben ne zaman çok hayalini kurduğum bir şeyi yapsam, garip bir hayal kırıklığı hissediyorum. Çünkü hayalini kurduğum şey genelde benim hayalim olmuyor. Hikâye paylaşımlarında görüp özendiğim ve “Böyle yaparsan çok keyif alırsın” dayatması olan sahneleri kendimce kurgulamaya çalışıyorum.
Soğuk kahveyi sevmiyorum mesela ama sürekli kendimi soğuk kahve içmeye zorluyorum. Niçin? Çünkü soğuk kahvenin ne kadar keyifli bir şey olduğu bir şekilde zihnime kodlanmış ve bu kodlar arka planda sürekli çalışıyor. Efendi gibi limonata içmek varken, başka hayatlardan kırparak oluşturduğum ve yürüründe sıkıntı olan ikinci el hayallerin keyfini sürmeye çalışıyorum. Bu olay çok sık tekrarlanınca da “edinilmiş keyifsizlik” başlıyor.
***
Eğer dünya tarihinde herkesin tek amacı mutluluk olsaydı, şimdi ne okuyacak bir kitap bulabilirdik ne de üzerine konuşabilecek bir düşünce… Çünkü bu hayatta iz bırakanların, kederi ve keyfi aynı samimiyetle kucaklayan kişiler olduğunu biliyoruz.
“Olanda bir, olmayanda bin hayır vardır” sözünü tam manasıyla idrak edebilsek hiç problem kalmayacak aslında ama beceremiyoruz.