Yediğim içtiğim benim olsun...

A -
A +

Geçen hafta Bosna-Hersek ve Karadağ’a gittim. Beş günlük bu geziden aklımda ve gönlümde kalanların bazılarını sizinle de paylaşmak istiyorum.

 

Saraybosna Bursa’ya çok benziyor. Şehirde çok güzel ve huzurlu camiler var. Genelde gösterişten uzak, mütevazı ve samimi yapılar. Uzaktan görünce insanın içini ılık bir duygu kaplıyor. Askerliğin yemin töreninde aileni görünce oluşan his var ya… İşte öyle bir şey. Koşup minareye falan sarılasınız geliyor.

 

Saraybosna halkı bize çok benziyor. Samimi ve güler yüzlü insanlar. Ama Karadağ’daki insanlar daha mesafeliler. Esnafta “Ne vereyim abime?” samimiyeti hiç yok. Dillerini anlayamadım ama kendi aralarında, “Bu ne ya! Her yer Türk!” şeklinde konuşuyorlarmış gibi geldi.

 

Bu arada gerçekten her yer Türk! Beyazıt-Sultanahmet hattında bu kadar Türk göremezsiniz.

 

Caddelerde gezerken bazen çan sesleri ezan sesine karışıyor. O zaman da insanın aklına Bosna katliamı geliyor. Bazıları için savaşın acısı ve hüznü sadece binalardaki kurşun izlerinde ve para verip girdiğiniz müzelerde kalmış sanki. Ama katliamı hatırlayanlar ve vicdanı olanlar için, sokakta cıvıldayan neşeye hep bir hüzün eşlik ediyor.

 

Onlarca farklı ülke vatandaşının neşeyle bir şeyler yiyip içtiği kafelerdeki ılıman iklim, savaş hatırlandığı anda buz kesiyor.

 

     ***

 

Dikkatimi çeken şeylerden birisi de sıra bekleme sabrıyla ilgili. Bizim burada markette iki kişi arka arkaya dizildiği anda, “Kasa açar mısınız?” diye bağıran birisini duyarsınız. Eğer o kasa bir dakika içinde açılmazsa da sinirler gerilir. Orada öyle bir şey yok. Sakin bir şekilde bekleşiyorlar sıralarda. Normali bu belki ama bana garip geldi.

 

Bizim hayatımız herhâlde beklemekle geçtiği için sabredemiyoruz. Avrupa Birliğine girmeyi, terörün sona ermesini, ekonominin düzelmesini falan beklerken sabrımız bitmiş galiba. Biriken sinirimizi de market çalışanlarından çıkarıyoruz.

 

Sıra beklerken yaşanan bu sükûnet ve sabır trafikte de hissediliyor. Bizim ülkede yaya geçidinde garip bir mahcubiyet oluşuyor. “Bir sürü araba durmuş beni bekliyor. Acele edeyim de ayıp olmasın bari” diye koşuyoruz. Ama bu yaya mahcubiyeti buralarda hiç yok. Yaya yaya geçiyorlar geçitten.

 

     ***

 

Mostar’a yakın bir köyde ufak bir camiye girdik. Caminin bahçesinde bir bank vardı. Tam soluklanmak için oturacakken bankın üzerindeki yazıyı gördüm. Yanlış mı görüyorum acaba diye gözlerimi ovuşturup bir daha baktım. “Kocaeli Belediyesi” yazıyordu bankın üzerinde.

 

Aklıma “Banker Bilo” filmi geldi. Oraya kadar kamyon kasasında falan gitmiş olsak dolandırıldığımdan emin olacaktım!..

 

Saraybosna’nın hemen her yerinde ülkemize ait izler var. Savaş sonrasında şehrin yeniden inşasında ciddi bir desteğimiz olmuş. Bunun izlerini çok yerde gördüm ve gurur duydum. Ama bu izlerin hiçbirisi, o cami bahçesindeki bank kadar etkilemedi beni.

 

Kim bilir ne güzel bir hikâyesi vardır!

 

     ***

 

Saraybosna Soykırım Müzesini tüylerim diken diken olarak gezdim. Dünya telaşesi mazeretine sığınarak unutmayı tercih ettiğimiz o büyük katliamın acı hatırası bütün neşemi silip süpürdü. Sonra aklıma Gazze geldi ve iyice kendimden utandım.

 

Müzede temsilî bir işkence odası yapmışlar. İçeride üzerinde kan lekeleri olan balmumu bir heykel vardı. Donuk gözlerine kitlenip kaldığım heykel, şu cümleleri fısıldıyormuş gibi geldi;

 

“Yıllarca önce yapılmış bir savaşın kalıntılarıyla kurulan bir müzeyi gezen ziyaretçiler savaşın sesini ne kadar duyabilir, kanın kokusunu ne kadar alabilirse, sen de beni ancak o kadar anlayabilirsin. Sen müzenin koridorlarında gezip, yıllar önce namlusundan kurtulmuş ve camekânlar arkasında muhafaza edilen kurşunlara bakıp savaşı hissetmeye çalışıyorsun. Bense o kurşunları içimde taşıyorum.”

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.