Yokluk ve sıkıntılı geçen çocukluk yıllarımı anlatmaya bugün de devam ediyorum...
O yıllarda, yani 1940’lı yıllarda, devlet keçi ve koyun sahiplerinden "Ağnam vergisi" (koyun keçi vergisi) adı altında yüksek bir vergi alırdı. Vergiler o kadar yüksekti ki, koyunu veya keçiyi satsan, belki de vergisini karşılamazdı. Babalarımız Ağnam vergisinin çokluğundan dolayı, fazla koyun ve keçi sahibi olmamayı yeğlemişlerdi. Çünkü vergisini vermek istemediğimiz koyun ve keçileri, vergi zamanı köye gelen, mal sayım memurlarından gizlemek, daha doğrusu kaçırmak gerekirdi. "Kendi malının hırsızı olmak!" dediğimiz bu kaçırma işlemi de oldukça zorlu ve tehlikeli bir işti.
Haftalarca, belki de birkaç ay sirkat (çalmak) denilen bu koyun ve keçileri Tepe Dağı ve Kavzan Dağı dediğimiz dağlara ve köyden epey uzakta olan Gebedere denilen yere götürüp koyaklarda, mağaralarda gece gündüz demeden saklıyor, yakalanma korkusuyla da ölüp ölüp diriliyorduk. Ah o günlerin şartlarını anlatmaya kelimeler yetmez...
Sirkat davarlarını sakladığımız mağaralar, sayım memurlarının duymaması ve öğrenmemesi için, herkese özellikle de çocuklara söylenmezdi.
Bir gün hayvanları otlatmaya götürürken, yolda beyaz renkli bir yılan gördüm. Attığım taş yılana değdi ve yılan yaralandı. Yaralı yılan ağzını açtı ve dilini çıkardı, daha doğrusu önce ben yılanın ağzından çıkardığı şeyi dile benzettim. Fakat dile benzettiğim şey sürekli büyüdü, büyüdü ve yere düşmeye başladı. Yılanın ağzından küçük boy, siyah renkli ölü bir yılan çıktı. Herhâlde yılan, ben onu yaralamadan önce bir kavga sırasında yuttuğu yılanı kusmuştu. Bu olaydan o gün epey etkilenmiş, hatta korkmuştum. Canlılar arasındaki hayat kavgasının ne kadar acımasız olduğunu da o gün görmüştüm.
Yılanı öldürdükten sonra, hayvanları otlatacağım yerde hayvan otlatan başka arkadaşlara rastladım. Bunlar arasında, bizden büyük olan ve çobanlık yapan Hüseyin isimli bir arkadaşım da vardı. Hüseyin bize, büyük bir mağara göstermek istediğini söyledi. Biz Hüseyin'in etrafında, mağarayı göstermesi için pervane gibi dönüyorduk.
Beş yüz davarın bile saklanabileceği büyüklükte olan “Sirkat Mağarası”nı görmek için sık ormanlarla ve makilerle balkanlaşmış (bölünmüş) olan dağın yamacına tırmanmaya başladık. Birden, çok büyük bir ses duyduk. Ses o kadar korkunçtu ki korkumuzdan sağa sola dağıldık. DEVAMI YARIN