Bu sefer Munzur Dağlarının zirvesini hedefliyoruz. Geçen geyik avladığımız Bostankaşının karşısı. Bir de yanımızda şimdi rahmetli olan Mehmet Atiktürk var. Zirve o kadar yüksek ki Erzincan Boğazı gözüküyor. Tepede kar iki metre. Hava kararmaya başladı. Salih Usta dedi ki: -Boşuna geldik. Onlar bu havada yerinden çıkmaz. Hele bir de hava bozarsa fırtına boğar bizi hafazanallah. Acilen arka yamaçtan kaçmalıyız... Demeye kalmadı bir yağmur bir kar, bir bora, bir fırtına patladı ki sorma. Göz gözü görmez oldu. Savrulmamak için üçümüz birbirimize sarılıyorduk. Fırtına zifiri karanlık gibi döne döne geliyor üzerimizde patlıyordu. Gök gürültüsünden dağlar gümbürdedikçe aklımız gidiyordu. Bir kaya kovuğuna sığındık. Donacağız. Fırtına kayaları söküyor. Karlar buz tutmuş, jilet gibi. Suratımıza falan denk gelse keser atar. Fırtına geçene kadar bekledik. Bu arada çıkınımızda olan sıkma dediğimiz dürümlerimizi yedik. Biraz hava ışıdı. Mehmet dedi ki: -Ben şu aşağıdan Erikdüzüne inip orada av bakayım. Siz de buradan av bakarak düze inin. Biz Tobur'dan aşağı iniyoruz. Bende çifte var, Salih'te mavzer. İkisini ben aldım. O da önden sopanın ucuna raspa veya (törpüye) benzer bir şey takmış onunla karları basamak yapıyor. Ben de peşinden iniyorum. Aniden bir uğultu koptu. Zannedersin ki dağ yarıldı. Bir hışırtı ile ayaklarımızın altındaki kar aşağı uçtu ki yüreğimiz ağzımıza geldi. Meğer esas tabanda eski kar buz tutmuş, o duruyor. Ama sabun gibi kaygan zemindi. Şimdi yürümek daha da zorlaşmıştı. Arada bir gelip bizi sendeleten fırtına da cabası... Derken gözlerim çatal görmeye başladı. Kar gözümü almıştı. Bir adım daha atmamla ayağımın kayması bir oldu. Nasıl kayıyorum ama... Sanki jet gibi iniyorum aşağı doğru. Tüfekler elimden fırladı. Gidip aşağı zemine gitti çakıldı. Patlasa vurulma tehlikemiz var. Ben de peşlerinden sürüklenirken ileride bir kayaya gözümü kestirdim. Ayağımı dayar dururum zannettim. Nerede?.. Ayağımı o süratle kayaya vurmamla birlikte kayanın öte yanına perende atar gibi uçmam bir oldu. Tepemin üzerine yere çakıldığımda öldüm zannettim. Biraz sonra kendimle geldiğimde baktım ki sağım ama ayaklarım kan içinde, ellerim soyulmuş, üst baş paramparça... Bu arada tepemizden aşağı nasıl bir dolu yağıyor tarif edemem. İsabet edenler vücuda mermi gibi değiyor. En hazini o an nasıl ağlıyorum ama... Kurtulduğuma mı? Belki ama esas sevincim kayıp giderken aklıma o yıllarda küçük olan oğlum Necmi gelmişti. Astım hastasıydı. Her iki haftada bir Erzincan'a götürüp iğnesini yaptırıyordum. Ben olmazsam o iğneler yapılamaz, oğlumun hali nice olur diye... O an içimden sesleniyordum: "Oğlum hakkını helal et! Seni doktora kim götürecek yavrum" Esas kurtulduğuma bu sevinçle ağlıyordum. Bu vesileyle doktoru Ahmet Acun Beyi de burada minnetle anıyorum. Fırtına aralamış, Salih Usta da yetişmişti. Bacağımı ispirto ile pansuman edip ekmek bohçasıyla sardı. Mehmet de geldi. Toplanıp dere aşağı gitmeye niyetlendik. Ama buz tutmuş dereyi bir o tarafa bir bu tarafa atlaya zıplaya geçmeye çalışıyoruz. Akşam karanlığı bastırdı. En son atlayışımda da buz kırılınca ayaklarım ıslandı. Donmuş karın üzerinde yürürken benim ayaklarım da sanki kütük gibi olmuştu. Donmuş ve şişmişlerdi. Bastıkça yamulup ters dönüyorlardı. -Usta, dedim. Ayaklarım keçeleşti. Hissetmiyorum. Biraz üzerini çiğnedi. "Çarıklar donmuş" dedi. Fakat çiğnemesini de hissetmiyordum. (Devamı yarın) * Necati Çiçekçi-İstanbul Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00