“Kızıllıklar içindeki şaşkın mavilikler ve yüzümde kıpraşan serinliklerle seyrediyordum tükenen günü..."
Telefon çalıyordu... İmbat çıkmıştı. Etraf, kuşluk vakitlerinin ağırbaşlı yalnızlıklarına bürünüyordu usulca.
Babalar, yorgun işçi anneler iş yerlerinden dönüyorlar, servis araçlarından inenler belli belirsiz selamlarla ayrılıp anlaşılabilir bir telaşın heyecanıyla, ucu denize açılan sokaklara girip gözden kayboluyorlardı.
Telefon çalıyordu... Duyuyordum,
Uzaktaki çıplak tepelerin üzerlerinde tek tük yanmaya başlayan ışıklar, rüzgârdaki bir duman bulutu gibi, birbirlerinden habersiz dağılıyordu şehrin üzerine.
Karşıyaka vapuru, yiten güneşin körfezin üzerine çizdiği ışıklı yolda, beyaz bir martı gibi çırpınarak Alsancak’a doğru geliyordu.
Telefon çalıyordu... Biliyordum,
''Baban geliyor'' derdi annem.
Yeldeğirmeni Düz Sokaktaki evimizin penceresinde bekliyorduk her akşam. Elinde mutlaka bulunan bir pazar filesiyle hafifçe iki yana sallanarak yürüyen, daha sokağın başlarındayken el sallamaya başlayan, kocaman gülümsemesiyle, Arnavut kaldırımı taşları üzerinde sıklaştırdığı adımları ve yapmaya başladığı muzipliklerle, adı konmamış mesafelerin ucundan kolaylıkla seçebiliyorduk onu.
Annem belirgin bir neşeyle saçlarını toplar, sokakta mutlaka oynamakta olan abilerden birine seslenirdi. İlk kattaki dairemizden, dışarıdan uzanan kollara teslim edilirdim.
Ayaklarım yere değdiği anda, çığlıklı bir sevincin toz duman yolunda, çocuk kahkahalarının oluşturduğu metaforların yıldırımlı hızıyla. Soluk kesen bu kısa yolculuğun, bana doğru açılan geniş kollarda biteceğini bilerek.
Kadıköy pencerelerinde yangınlar çıkartan akşam güneşinin sağa sola serptiği aydınlık gölgelerde, beyaz bir körfez vapuru gibi gittikçe yaklaşan babama koşardım.
Telefon çalıyordu...
Oturduğum yerden kalktım... Tüm vücudum titriyordu.
İçimde çığlık çığlığa ağlayan bir çocuk, içimde yılların yalnızlığına yanan bir "ağıt"...
Onsuz bir babalar günü daha yaşıyorum.
Bazen neredeyse gerçek olacak kadar, yüzümü okşamasını, yanağını yanağıma değdirip parmaklarını saçlarımın arasında gezdirmesini, habersizce arkamdan gelip o muzip gülüşüyle omuzlarıma sarılmasını hissediyorum.
Böyle zamanlarda kendi avuçlarıma, sanki giderken bana bıraktığı, tıpatıp onunkilere benzeyen ellerime bakıyorum.
Ellerimle yüzüme, saçlarıma, omuzlarıma dokunuyorum.
Kim bilir belki de işitir diye, her seferinde, yine ancak kendimin duyabileceği bir sesle, “baba” diyorum!..
Hakan Kınay