“Babam iki gün küstü, sofraya oturmama, yememe kararını aldı ve misafir odasına geçti...”
Aralık ayındaydık… Kış henüz yeni başlamıştı. Karlar on santim kadar yağmış, her taraf bembeyaz, artık millet yavaş yavaş hayvanlarını içeriye almış meralar kapanmıştı…
Annem babam sıkı sıkıya konuşup uzun uzun tartışıp duruyorlar, ‘bu iş nasıl olacak?” diyorlardı. Boşa koyuyor dolmuyor doluya koyuyor almıyordu…
Büyük abim Kemal İstanbul’da fakültede okuyor. Orada bizim eski tanıdıklardan birinin kızıyla tanışmış. Abime kız istemeye gidecekler. Babam, “ben yalnız İstanbul’a gideyim nişanı yapıp geleyim” diyor, annem ise “Hayır, ilk çocuğumun bu tatlı gününde ben olmasam olmaz, hem gelin olacak kızı gözlerimle görmem gerekiyor, öyle fotoğrafla mektupla olmaz” diyordu.
Yıl 1972… Başka iletişim aracı da yok. Mektup, fotoğraf vb. İstanbul’dan postaya verdin mi en erken Malazgirt’e bir ayda ancak geliyor. Annem de kendi açısında haklı… İlk evladının bu mürüvvetini görüp o zevki yaşamak istiyor.
Babam ise “yahu hanım bu istediğin katiyen olmaz. Evde dört tane küçük çocuk var. En büyüğü Mesude yetişkin, Orhan 10 yaşında. Süreyya 7, Türkan 5, Erhan 2 yaşında. Hadi Erhan’ı beraber götürelim, diğer çocuklar ne olacak? Ayrıca 60 civarında büyükbaş hayvanımız var bu evin düzenini kime bırakıp gideceğiz?” diyordu.
Babam da doğru söylüyordu. Böylece her gün ağız kavgası yapıyorlar bir çıkar yolu bulamıyorlardı.
Tabii ki bu tartışmalarda evin en büyük çocuğu olarak ben çok derinden etkileniyordum. Babam iki gün küstü, sofraya oturmamak yemek yememe kararını aldı misafir odasına geçti. Genişçe bir bakır tabağa Muş tütünü koydu. Bir iki demet sigara kâğıdı da yanına koydu. Hiç ara vermeden sigara sarıp çekiyor, bir de çay içiyordu. Annemin pişirdiği yemekleri protesto ediyor yemiyordu. Ben ise çok üzülüyordum. “Böyle giderse babam zehirlenip açlıktan ölür” diye korkudan titriyordum. Ne yediğimden ne derslerimden bir şey anlıyordum. “Bu inadın sonu nereye varır?” diye kara kara düşünüyordum.
Annem “sen ne yaparsan yap ben İstanbul’a geleceğim” diyor, o böyle söyledikçe babam sinirinden küplere biniyordu…
Bir gün bu köşeyi okuyanların hatırlayacağı Cebrail Hoca eve geldi. Cebrail Hoca malum hem köyün imamı hem de teyzemin kocasıydı. Babamla oturdular, birer sigara yaktılar. Annemi çağırdı durumu ondan da dinleyerek anlamaya çalıştı. Annem “yahu hoca bizim aslında çözmeyeceğimiz bir iş değildir, gayet kolaydır” dedi. DEVAMI YARIN