Annemin tek gözü görmeyen, eli ve ayağı çolak bir amcası vardı. Çocukluğunda suçiçeği çıkardığı için bu hale gelmişti. Elbette onun sakatlıkları değildi beni sinirlendiren. Çok dağınık biriydi. Onun kadar sorumsuz onun kadar vurdumduymaz birini görmedim. Dünya yansa bir kalbur samanı yanmazdı. Bu derece gamsızdı. Arada bir bize misafir geldiği zaman evimize girmek, yüzünü görmek istemezdim. Çocukları bile babalarına pek ilgi göstermezdi. Aylarca ortadan kaybolsa "Nerede bu adam, öldü mü kaldı mı?" diye de kimse meraklanmazdı. Ne enteresan ki herkese bir şey olurdu da ona bir şey olmazdı. Gamsızlar hep mi böyleydi Allah'ım? Ama onun niçin böyle düşkün olduğuna, niçin bu derece zelil bir hayat sürdüğüne ve ondan kimsenin niçin hoşlanmadığına bir türlü aklım ermiyordu. Evi ocağı mı yoktu? Arsası, tarlası mı yoktu? Yoo, herkes gibi onun da evi ocağı, yeteri kadar malı mülkü vardı. Öyleyse bu adam bir lokmaya muhtaç halde niçin kapı kapı dolaşıyor, tabir yerindeyse sürünüyordu? "Ah" almış diyorlardı... Peki, bu "ah" neydi? Bildiğim bir şey varsa, bu ah genç yaşta vefat eden hanımının âhı olmalıydı. Yıllar geçmiş, hepimiz büyümüş çoluk çocuğa karışmıştık. Bir gün yine annemi ziyarete gitmiştim. Baktım Rıfat Amca yine bizde. Annem bir sini içerisinde önüne yiyecek bir şeyler getirmiş. Tek başına zelil bir halde onları yiyor. Dışarıdan bakıldığında kesinlikle dilenci zannedersiniz. Üstü başı öyle yani... Yine de belli etmedim. "Hoş geldin" dedikten sonra içeri geçtim. O gidene kadar da yanına çıkmadım. Annem ne de olsa amcası diye onu sayıyor, saygıda kusur etmemeye çalışıyordu. Ama onun niye bu hale geldiğini, niçin çoluk çocuğunun dahi onunla ilgilenmediğini anlatmak istemiyordu. Annemin haline bakıyordum. Sanki ortada bir suç bir kabahat vardı da onu bizimle paylaşmak istemiyor gibiydi. O gittikten sonra dedim ki anneme: -Bu adam senin amcan olabilir. Ama ben de senin kızınım. Bu adamın "ah" aldığını niçin anlatmıyorsun? -Kızım aradan geçmiş belki yirmi otuz sene... İşine baksana sen. -Bakmıyorum! Zaten ne zaman aklıma gelse öğreneceğim diyordum. Şimdi tam zamanı işte. -Neyin tam zamanı? -Rıfat Amca ne ah almış da böyle olmuş? Bunu bana anlatmanın tam zamanı. Annem kendi ailesinin hiçbir hatasını göstermek istemeyen "mikro milliyetçi" tarzda kadındı. Oysa başkaları hakkında en ufak bir kusuru dahi dile getirmekten çekinmezdi. Ben de onun bu tutuculuğuna ifrit oluyordum. Dedim ki: -Bak anne sen anlatmasan da bu sırrı bir gün öğreneceğim. Yoksa bir kabahat var da sen de ortak mısın? -Aaa üstüme iyilik sağlık. Onu da nereden çıkardın sen? -Senin böyle sır saklar gibi suskunluğundan... Aslında annemi konuşmaya zorlamak istiyordum. Nihayet anlatmaya başlamıştı işte: -Ama asıl kabahat Gülazer Yenge'nin ağabeylerinin, dedi. Gülazer Yenge dedikleri, Rıfat Amca'nın genç yaşta ölen hanımıydı. Anneme dikkat ettim. Beyninde olayların bir film şeridi gibi canlanmaya başladığını hissettim. Devam etti yavaş yavaş anlatmaya: "Rıfat Amcanın tek gözü görmediği kolu bacağı çolak olduğu için kimse ona kız vermek istemiyordu. Bir gün hiç umulmadık bir şans çıkmış karşısına. Mahalle komşusu yaşlı kadının Trabzon'da yeğenleri varmış. İki oğlan iki kız. Ne problemi yaşamışlar bilemiyorum ama ağabeyleri kızları da alıp şehirden göç etmeye karar vermişler. Gel gör ki kızlardan biri evli ve bir çocuklu evinde de mutluymuş. -Eee? -Ama ağabeylerine laf anlatabilir mi? O günler öyle... Vicdansız ağabeyleri kız kardeşlerini de kocasından boşandırıp alıp getirmişler. Genç kadın iki gözü iki çeşme ağlıyormuş. Hem kocasından hem çocuğundan ayrı kalmış kolay mı? "Bu ne biçim saçmalık anne?" demişim... Meğer geride daha ne beteri varmış... (Devamı yarın) Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00