Beyazıt Meydanı'nda Sahaflar Çarşısı... Hafta sonları açılan sergiler ve o sergilerin müzmin müşterileri hâlâ tükenmez. Eskilerin "Bitpazarı" dediği bu yerde bir dönem de ağırlıklı olarak Rus ve Çin malı şeyler satılırdı. Bir pazar günüydü. Şöyle Bitpazarına doğru bir uzanayım, dedim. Vaktim de var nasıl olsa. Karagümrük'ten bindim bir dolmuşa geçtim Vezneciler'e... Saat öğleden sonra iki üç sularıydı. İnsan kaynıyordu koca meydan. Kalabalığın içine ucundan kıyısından dalıyor da farkına bile varamıyorsunuz. O tezgâh senin, bu tezgâh benim dolaşıp duruyorsunuz. Değişik tipte insanlar, turist mi yerli mi belli olmayan tipler, kimler var kimler... Ya yer sergilerinde bulunanlar... Aklınıza ne gelirse... Kamp çadırından, delikli eski paralara, küflü kitap ve dergilerden, dijital radyo ve teybe, boru anahtarından, cep telefonlarına, kristal vazolara kadar her şey... Bitpazarına rağbet olur mu? Oluyor işte... İğne atsanız yere düşmeyen bir meydan oluyor. Aslına bakarsanız modası geçmiş, antikaya benzer eski eşyalarla; bunlara karıştırılmış yeni imalat oyuncak bebekler, makaslar, tava tencere türü çoğu tapon ne kadar mal varsa hepsinin satıldığı bir meydan... Geze geze neredeyse Sahaflar Çarşısı'na kadar gelmiştim. O sırada değişik bir ses duydum. Feryat mı nara mı belli olmayan tipik bir bağırtıydı. Boğuk bir işportacı haykırışı: -Geliyor! Kim geliyordu? Bir anda öyle bir panik havası oluştu ki Aman Allah'ım... Kalabalığın tamamı üzerime hücum edivermişti. Bir ben mi böyleydim? Hayır. Bu boğuk naradan herkes ürkmüştü... Bir anda yayılan panik, herkesi korkutmuş herkes can havliyle bir yöne seğirtme gereği duymuştu. Galiba herkes ortaya çıkabilecek bir kavgadan, bir beladan kurtulmanın telaşına kapılmış bu telaşla gözü kendinden başka kimseyi görmez olmuştu. Feryadın çıktığı noktadan İstanbul Üniversitesi'ne doğru, yangından kaçar gibiydik. Koşan insan selinin önünde durmak mümkün değildi... Tek kelimeyle ezilirdiniz. Yönümü dönüp kaçanlar arasında ben de vardım. Hem de aklımdan "Kaçanın anası ağlamaz!" atasözü iyi ki söylenmiş diye geçerek. Hayret ki ne hayret... Bir anda gelişen panik... Kalabalığı tetikleyen bir ses... Kontrolsüz bir kalabalığın oluşturduğu izdiham... Aman Allah'ım... Nerede o sıkı sıkıya pazarlık edenler? Nerede üç kuruşa alınıp on kuruşa satılmak istenen sıra sıra dizilmiş kristal vazolar? Nerede satanlar nerede alanlar? Her şey ayaklar altında... Kırılan dökülenin haddi hesabı yok... Herkes canının derdine düşmüş kaçıyor... Yere yuvarlananlar, ezilen kadınlar ve çocuklar feryat figan... Bir anda ortalık savaş alanına çevrilmişti. Üniversite merdivenlerine kadar süren serseri kaçıştan sonra bir sakinlik oluştu. Herkes nefes nefese, korku ve panik içinde birbirine aynı soruyu soruyordu: -Ne olmuş ya? Bu neydi böyle? Herkesin birbirine verdiği cevap yine aynı: -Bilmiyorum ki... Zannediyorum bir serserinin ukalalığı ya da zabıtadan kaçan bir işportacının arkadaşlarına jurnal haykırışıydı. İyi de bu kalabalığa ne oluyordu? Sebebini bilmeden paniğe kapılıp birbirini ezercesine kaçacak kadar halktaki bu ürkeklik neydi? Gülümsedim kendimce... Bir zamanlar çocuklarını "Türkler geliyor" diyerek terbiye etmek isteyen Avrupalıların hayran olduğu asil milletin torunları sahi biz miydik? Geldiğimiz şu hale bakıyorum da gerçekten üzülüyorum. İşsiz güçsüz avare bir toplum olduk. Hem öksürükten korkar duruma gelmişiz, hem de canımız pahasına da olsa vazgeçmeyecek derecede ilgimiz olsun olmasın her şeye meraklı. Cemil Çakır-İstanbul >> Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00