O yıllarda Diyarbakır'da görevli bir albaydım. Bir toplantı sebebiyle Ankara'daydım. Birkaç günlük toplantıya giderken sivil kıyafet alma alışkanlığım yoktu. Üniformayla gidip dönecektim. Orduevinde misafir olacaktım. Eylül ayının sonu veya ekim ayının başı gibiydi... O dönemlerde tayinler, terfiler, atamalar vb. olduğu için hayli yoğun geçer... O akşam orduevinin restoranına gittiğimde neredeyse bütün masalar doluydu... Şöyle etrafıma bakındım. Dört kişilik bir masada orta boylarda ellibeş altmış yaşlarında gözüken sivil giyinişli bir beyefendi oturuyordu. Kendisine "iyi akşamlar" temennisinden sonra sordum: -Masa müsait mi? -Tabii, buyurun, dedi. Masaya oturdum. Yemek için sipariş almaya gelen garsonu beklemeye başladım. O beyefendi ise benden önce gelmiş ve siparişini vermiş. Bu arada nasıl bir konuşma geçti ise cevap verirken ağzımdan "inşallah" diye bir kelime çıkmış. Dedi ki bana: -Bir Türk subayının böyle gerici bir kelime kullanmasını esefle karşıladım. Asıl esef edilecek şey, böylesi kelimelere takılıp kalınmasıydı. Ama jenerasyon farkı dedim üzerinde durmadım. Dedim ki: -Merak etmeyin, bendeniz Türk Ordusunda psikolojik harp hakkında en geniş araştırmayı yapan bir subayım. "Ha o zaman tamam" dedi. Bir daha da bu konulardan bahsetmedik. Bu arada gelen garsona da siparişimi verdim. Garson siparişimi mutfağa bildirmek üzere giderken, bir şey hatırına gelmişti. Garsona seslendi: -Evladım bir dakika bakar mısın? -Buyurun efendim, dedi garson. Yanına yaklaştı. Kulağına doğru kısık sesle bir şeyler söyledi. Garson da başıyla, "peki" dedi. Mutfağa yöneldi. Biz de havadan sudan öylesine birkaç cümle konuşarak vakit geçirmeye başladık. Birkaç dakika sonra garson parmakları arasında elma büyüklüğünde beş baş yeni toplanmış sarımsak ile çıkıp gelmesin mi? Dedim ki içimden: "Galiba evden sipariş vermişler. O da unutmuş olmalı. Şimdi hatırana gelmiş." Aaa hiç de öyle değildi... Yanılmıştım. Adam başladı tabağının üzerine bırakılan sarımsak başlarını teker teker soymaya... Daha da enteresanı soyduklarını sanki birer leblebi gibi avuç avuç ağzına götürüp yemeye... Nasıl şaşırdım... Gözlerim fincan fincan... O'nun avuç avuç sarımsak yemesine öyle hayret içinde bakınca bu bakışım onun da dikkatini çekmişti. Rahatsız oldu. Bir açıklamada bulunmak ihtiyacını hissetti. Öyle olmasa zaten ben soracaktım. -Albayım, dedi. Ben yirmi senedir İsveç'te yaşıyorum. Orada Spor Akademisi hocalığı yaptım. Ben ve öğrencilerim her yıl bu sarımsak kürünü yaparız. Yeni mahsul olduğu için neredeyse hiç de kokmaz. -Nasıl bir kür bu? -Yeni mahsul sarımsaktan her yıl, bir ay boyunca, her gün böyle elma büyüklüğünde beş baş sarımsağı leblebi gibi yeriz. Bir ay bu şekilde sarımsak kürü yaparız. Ondan sonraki on bir ay boyunca (nezle grip, baş ağrısı, diz ağrısı vb.) hiçbir rahatsızlığa yakalanmayız. Sonra İsveç'e gittiğini de anlattı. Meğer kendisini 1960 ihtilalinde binbaşı rütbesinde iken emekli etmişler. Diyordu ki: -Ben de kızdım, gittim dışarıdan iki fakülteyi birden bitirdim. Birisi Elektrik Mühendisliği, diğeri de Spor Akademisi. Aradan yıllar geçti. O emekli binbaşının elma büyüklüğünde beş baş sarımsağı soyup leblebi gibi yemesi gözümün önünden gitmez. Dayanamadım sordum imekli binbaşıya: -Kaç yaşındasınız? -Yetmiş dört yaşındayım. Hakikaten taş çatlasın altmış yaşında gözüküyordu. Em. Albay R.B.-Ankara > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00