Et Balık Kurumu'ndaki insafsız şef yardımcısı!

A -
A +

Hatırlar mısınız bilmem, yakın zamana kadar hizmet veren devletin Et Balık Kurumları vardı. Buralarda iş bulmuş olanlar, açıktan söylemeseler de kendilerini şanslı, bir o kadar da imtiyazlı sayardı. Galiba devlet kapısında çalıştıklarından olsa gerek. Ben, kendimi imtiyazlı görenlerden değildim ama ailemin geçimine katkı sağlayacağım için çok sevinçliydim. İş yerinde bir şefimiz vardı. Bir de yardımcısı. Benimle birlikte birkaç arkadaş stajyerlik yapıyordu. İşime vaktinde gidip geliyor, başkalarının nasıl çalıştıklarına aldırış etmeden görevimi yerine getirmek için var gücümle gayret ediyordum. Yani olması gerekeni yapıyordum. Şef yardımcısının hangi amaçla gözünü bana kestirdiğinden ise haberim yoktu. Daha doğrusu bunun böyle olduğunu unutamayacağım çok feci bir saldırıyla anlayacaktım. Tabii o yıllar şimdiki gibi her türlü imkân yoktu. Nerede fotokopi makinesi, nerede faks, nerede cep telefonu... Şefin odasında bir telefon vardı. Çalışanların dış dünya ile irtibatları ancak o telefonla sağlanabiliyordu. Tabii o da çok acil durumlarda... O gün nasıl olmuşsa şefimiz gelmemişti ve odası boştu. Geçmiş gün, benim de acil bir görüşme ihtiyacım olmuştu. Zaten bu durumda, şef olsa izin verirdi. Ama işte şef yardımcısı... Kraldan çok kralcı mantığıyla mı nedir bu telefon sebebiyle bana musallat olmuştu. "Vay sen nasıl gelir buradan telefon açarsın?" Adam, sanki kırk yıllık düşmanından intikam fırsatı yakalamış gibi üzerime yürümüştü. Öyle ikaz falan değil. Olanca öfkesiyle saldırmış, sille tokat var gücüyle vurmaya başlamıştı. Ben mi?.. Yunus Emre'nin "dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek" dediği gibi ağzımı açıp da en ufak bir karşılık veremedim. Dövüşmeyi bilmediğim gibi ahlâkım da buna müsait değildi. Daha enteresanı, ben karşılık vermediğim halde, zalim adam gaddarlığından vazgeçmiyor, zerre insafa gelmiyordu. Kim bilir hangi yenilginin hırsını benden alıyor ve böylece "yetmeyen gücünü" benim gibi müdafaasız bir stajyerde insafsızca "yetirmeye" çalışıyordu. Yanımızda bulunan diğer çalışanlardan da kimse araya girmiyor, giremiyordu. Kim bilir belki "şef yardımcısıdır" diye şerrinden korkuyorlardı. Belki "bana dokunmayan yılan..." misali ilgisiz kalıyorlardı. Öfkeden deliye dönmüş bu şefi durdurmak için kimsenin kılı kıpırdamamıştı. Hastaneden "günlerce iş göremez raporu" alabileceğim şekilde öfkesini benden çıkartmış ve gitmişti. Kime kızmıştı bu adam? Kimden öfkesini alamamıştı da bana sataşmıştı? Benim stajyer olmam sebebiyle kabadayılık mı taslamıştı? Ya da diğer çalışanlara gözdağı vermek için beni kurban mı seçmişti? Ama kalbim çok kırılmış gerçekten çok üzülmüştüm. Kimseye şikayette bulunacak durumda değildim. O an gönlümden şu mısralar geçti. Her bir kesin var bir kesi Ben bi-kesin yok kimsesi. Ben bi-kesin sen ol kesi, Ey kimsesizler kimsesi... Birkaç gün kendime gelemedim. "Mazlumun âhı, Arş-ı âlâyı titretir" derlerdi. Ne kadar üzüldü nasıl bir ruh haliyle uyudu isem o gece Sevgili Peygamberimizin "Çok mu incindin? Çok mu canını acıttı" diye rüyamda beni teselli ettiğini gördüm. Daha sonraki günlerde ne bir kimse bu zalimliğin hesabını sordu, ne de bir kimse, bu menfi saldırı sebebiyle bana geçmiş olsun dileğinde bulundu... Ne de o şef yardımcısı, pişmanlık nişanesi olarak gelip benden özür diledi... Ben de ağzımı açıp kimseye bu konuda mutazarrır olmadım. Çok geçmemişti... Bir gün duyduk ki şef yardımcısı denilen o zat, bir trafik kazası geçirmiş. Çalışanlar haberi dehşet içersinde birbirine anlatıyordu: "Motosikletle yaptığı kazada feci şekilde can vermiş. Vücudunun parçalarını asfalttan çuval ile toplamışlar." Mazlumun ahını almak bu muydu acaba? Nurullah Yıldız-İstanbul > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.