-Beni yalnız bırakma Murat Çavuş. Hiç iyi hissetmiyorum kendimi. Vadem buraya kadarmış. -Allahtan ümit kesilmez. Derdi veren şifasını da verir. Bu konuşmalar hac farizasında iki yol arkadaşı arasında geçer. Ali İhsan Amca çam yarması gibi... 1.90 boyunda, 120 kilo ağırlığında babayiğit bir insan... Ne var ki yakalandığı zehirli ishal vakasıyla iki günde sanki erimiş. Bir deri bir kemik kalmış... Babam ona teselli veriyor. Lakin kendisi de ondan ümidi kesmiş durumda... Arkadaşını o halde bırakmamak için de gecesini gündüzüne katıyor. Şayet vefat ederse vasiyeti üzere cenazesini Türkiye'ye getirecek. Bir hafta, on gün derken yavaş yavaş toparlıyor Ali İhsan Amca... Babam arkadaşının iyileşmesine ondan çok seviniyor. Hem iyileştiği için, hem ölmüş olsa oradan Türkiye'ye nasıl getireceğini bilemediği için... Ali İhsan nihayet kendine geliyor: - Allahın izniyle bu canı sana borçluyum Hacı Murat. Sen olmasaydın ben buralarda ölürdüm. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım. -Lafı mı olur, diyor babam. Kim olsa aynını yapardı... Hac farizasını ifa edip memlekete dönüyorlar. Otobüslerle gidip gelinen ve bir-bir buçuk ay süren yolculuk yılları... Derler ya "hac arkadaşlığı hiçbir arkadaşlığa benzemez." İki kardeş gibi oluyorlar artık. Sık sık birbirini aramalar, hal hatır sormalar arada bir ailece ziyarete gidip gelmeler... Haccın üzerinden iki yıl geçiyor... Bir gün halsizlik şikâyetiyle doktora giden babama, dikkatli doktor diyor ki: -Amca sen acilen hastaneye yatmalısın... Dikkatli doktorun bu isteğini yerine getirmiyor Hacı Murat. Say ki kendinden kaçıyor, say ki günlük telaştan hastaneye yatmaya vakit bulamıyor... Lakin vücut artık bu bedeni taşıyamaz hale geldiğinde tekrar gidiyor... Doktorun söylediği söz şu oluyor: -Sen daha kendine baktırmadın mı? Sonuçtan kaçış yok. Yapılan tetkik ve tahliller sonucunda öğreniyor derdini babam: "Mide Kanseri..." Hem de ilerlemiş halde... O yıllarda kemoterapi pek yok. Hoş olsa da zaten kemoterapinin de bu derde bir çözüm olmadığını artık dünya âlem biliyor. Ankara'da ameliyata alıyorlar. Bakıyorlar ki vücudun tamamını sarmış. Olduğu gibi kapatıp evde vefat etmesi için taburcu ediyorlar. Yine o yıllarda insanlar ölmeden önce "haber" olurdu. Hısım akraba, eş dost, konu komşu hasta ziyaretine gelirdi. Şimdiki gibi insanlar hastane köşelerinde ya da apartman dairesinde ziyaretçiye hasret çekilip gitmezdi dünyadan. Herkes ziyarete geliyordu ama Ali İhsan Amca'nın ziyareti tabii daha bir anlamlıydı. O iki üç günde bir uğruyordu. Kendini hacda ölümden kurtaran hac arkadaşını başucunda oturup teselli veriyordu... Ayrılırken de biz evlatlarına şunu söylüyordu: -Babanız çok iyi adamdı... Ben hacda öleceğim derken, meğer kadere bak... Çok enteresan bu dünya çok... Allah size sabır versin çocuklar. Babamın ne zaman öleceğini bilmiyoruz ama doktorların dediğine göre gün sayıyoruz... Derken bir haber geldi sabahleyin: -Ali İhsan Amcanız vardı ya? -Eee? -Dün gece vefat etmiş. Nasıl şaşırdık... Nasıl şok olduk... Hasta yatağında biz babamın ölümünü beklerken, dün babamın ziyaretine gelen, o çam yarması gibi adam o gece kalp krizinden ölüvermişti... Perşembeyi Cumaya bağlayan gece... Gusül abdesti alıp yatsıyı kıldıktan sonra aniden fenalaşıyor. Oracığa yığılıp kalıyor. "İnna lillah ve inna ileyhi raciun..." Hani derler ya: "Hasta başında ölü oturur!.." Meğer kimin nefesinin ne kadar olduğunu Allahtan başka kimse bilemezmiş. Ferdane Keşkekçi-Çorum > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00