Türkiye Çocuk Dergisi'nde çalıştığım yıllardı. Televizyona bir çocuk programı çekimi için stüdyodaydık. Bu gibi durumlarda "motor" denildiği zaman her şeyin hazır olması gerekiyordu. Görevli bir arkadaş rahatsızlanıp gelemeyince, eksik malzemeyi çekim arabasıyla temin edip gelmek bize düşmüştü. Çekim demek stres, heyecan, zamanla yarış demekti. Dönüşe geçtiğimizde saate baktım. Yarım saatlik bir gecikmeyle de olsa çekime başlayacaktık. Tabii bu bizim hesaplamamızdı. Bir de hesapta olmayan vardı!.. Stüdyoya çıkan yokuşun ortalarındaydık. Sağlı sollu araçların park ettiği dik yokuşta trafik tek yönlü işliyordu. Etrafta yeni inşaatlar yapılmakta olduğundan inşaat kamyonları yolu hayli işgal etmiş durumdaydı. Yani yol, hem olanca dikliğiyle bir yokuş hem trafik olanca yoğunluğuyla sıkışık durumdaydı. Bu yokuşa vuran aracın, yokuş bitene kadar önündeki aracı sollaması diye bir durum söz konusu değildi. Zaten arkasında da araç vardı. Trafiğin hızı, yokuşa tırmanan en öndeki aracın hızı kadardı. Peki, bizim önümüzde hangi araç vardı? Römorku inşaat demiri yüklü kocaman bir traktör... Tarlada çiftçilik yapmak üzere tasarlanmış bir aracın inşaata malzemesi taşımasındaki çarpıklığı düşünecek halde değildim. Bir an önce stüdyoya yetişmeyi düşünüyordum. Arkamızda Kongo tipi bir araçta ise yedi sekiz kişilik bir ailenin var olduğunu sonradan öğreniyoruz. Önümüzdeki traktör yokuşu çıkmak için nasıl zorlanıyor anlatamam? Bu römorka bu kadar demiri hangi nizamsız intizamsız akıl yüklemiş onu da anlamak mümkün değil? Bu traktör bu yokuşu bu halde çıkar mı o da belli değil... Traktörün inim inim inleyerek, kağnı misali tırmanışı, arkasında Panelvan minibüs içinde şoför ve benim sabırsız bir biçimde takibimiz birkaç dakika devam etti... Stüdyoya çok yaklaştık. Yüz metre ya var ya yok. Traktörün neredeyse olmayan hızı kadar ilerlemekteyiz. Derken saniyeler içinde bir şey oldu... Traktörün römorku kancadan kurtulmuş, üzerimize doğru kaymaya başlamıştı. Ön tarafı asfalta düşen traktör römorkunun arka kısmı haliyle yukarı kalkınca, birer ok haline dönüşmüş yüzlerce demir çubuk, biz de dâhil minibüsün ön kısmını kalbura çevirecek şekilde üzerimize pıtrak gibi geliyordu. Her şey birkaç saniye içinde oldubitti... O an tarif edilemiyor. Nesin, kimsin neredesin, ne haldesin? Hepsi uçuyor beyninden. Bir rüya moduna giriyorsunuz. Bağırmalar, çağırmalar, koşuşturmalar, çekime gelmiş kameralar. Birkaç dakika sonra kendime geldiğimde bir "kaza" olduğunu idrak ettim. Sonra bir baktım, minibüsteyiz. Her tarafım demir korkuluklarla çevrili gibi. Şoförle benim aramdaki boşluk da demir çubuk dolu. Araçtan bizi nasıl çıkardıklarını tam hatırlamıyorum ama aşağı indiğimizde bize bir şey olmadığını, "Yaşıyorlar, ikisi de kurtuldu" diye yapılan konuşmalardan anlıyordum. Peki, niye ağlayanlar vardı? Arkamızdaki araçta bulunan aileymiş. "Ya römorkun arkasında biz olsaydık halimiz ne olurdu?" diye ağlıyorlarmış. Neden sonra beynimde her şey yerine oturmaya başladı. İçinden nasıl çıktığımıza hâlâ şaştığım minibüse şöyle dışarıdan baktım. İnanılması ve akılla çözülmesi mümkün olmayan bir durumdu. Minibüsün ön kısmını motora varana dek âdeta kalbura çeviren demir çubuklar, camlardan içeri saplanırken sadece bedenimize isabet edecek kısımlarda alüminyum tel gibi cama değer değmez bükülme olmuştu. Peki, bu demir çubukların başımıza gözümüze, bedenimize isabet edecek kısımlarda böyle alüminyum gibi bükülmesi kim tarafından, nasıl neyle izah edilecekti? "Geçmiş olsun verilmiş sadakanız varmış!" diyenlere "sağ olun" cevabını verirken "Büyüklerin bereketi" inancını nefsimizde bizzat hissetmenin duygusuyla günlerce sermest dolaştım... Araç mı? Hurdaya verildi. Çünkü kullanılamaz haldeydi. A. Ertuğrul-İstanbul Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00