Ebu'l-hayr Hayri Efendi... Bu ismi Afganistan'da bilmeyen yok. Tanınmış soylu bir aile... Milletvekilliği yapmış ülkesinde... Şair yazar, edip. Ebu'l hayr Hayri'nin babası ki İmam-ı Rabbani Hazretlerinin mektuplarını şerh etmiş Afganistan'da. Bu muhterem zatın kızı ve damadı ile tanıştım. Damadı Seyyid Kemaleddin Hamidî Efendi ve kızı muallime Yıldız Hanımefendi... Çok muhterem insanlar. Şuurlu bir vatanperver ve milliyetçi olan bu insanlar ülkelerinde çıkan savaş sebebiyle perişan olmuşlar. Afganistan savaşı memleketinde nice masum aileyi mahvetmiş. Bunlar da İran üzerinden Türkiye'ye hicret edenlerden. Bir müddet İstanbul-Zeytinburnu'nda hayli zor şartlarda kalmışlar. Haberimiz olduğunda kendilerine elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalıştık. Dualarını almak nasip oldu. Onlar da hizmetlerimizi tanımaktan duydukları mutluluğu dile getirdiler. Kemaleddin Hamidî Efendi: "Memlekette halimiz vaktimiz iyiydi. Evimiz arabamız, işimiz gücümüz, paramız pulumuz vardı. Afganistan savaşı sebebiyle hicret ederken hepsini kaybettik... Ama şimdi buraya geldiğimizde çok önemli bir şeyi kazandık... Sizi tanıdık... Sizin sayenizde ehl-i sünneti öğrendik. Daha ne isteriz ki..." Bu arada öğrendik ki bu ailenin çocuklarından bir tanesi yanlarında değil. -Nerede? -Rusya'da? -Ne yapıyor orada? Savaş atmosferinden kurtulsun, tahsiline devam etsin arzusuyla bir ahbap vasıtasıyla Kazakistan'a oradan da Rusya'ya göndermişler. Uzaktan bir akraba yanına... Ama arzusuna kavuşamamış. Okuyamamış. Şimdi oralarda çok mağdurmuş. Rusya'nın Bernav şehri... Sibirya... Yokluk diyarı... Anne baba bu durum sebebiyle her gün gam çekiyor. "Ah Bektaş'ımız ah" diye ağlıyor. Kolay değil elbet... Pasaportu yok. Parası yok... Soğuk kış şartları... Sağda solda çalışıyor aç bîilaç. Bir gün bir mektup geliyor Bektaş'tan. Diyor ki: "Siz oraya Türkiye'ye geldiniz. Ne çok sevindim. Ben burada göçmen kuşlar gibiyim. Yer yok yurt yok. Çok garibim. Beni de yanınıza alamaz mısınız?" Anne baba, kardeşler mektuba ağlamışlar... Seyyid Kemaleddin Hamidî mektup elde geldi dedi ki: "Buna bir çare bulamaz mısınız? Gayrı hasretine dayanamıyoruz..." Dedim, "İnşallah size Bektaş'ı getirmeye gayret edeceğiz. Merak etmeyin. Dua edin..." Şimdi iş başa düştü... Nasıl getiririz, ne şekil getiririz, düşünmeye başladım. Bektaş'ın telefonunu aldım. Tanıştık, konuştuk kendisiyle. Gayret içinde olduğumuzu söyledik. İrtibatı kesmemesini istedik. Bektaş, mübarek çocuk; dilinde sadece iki kelime: "Huda mihriban." Ne söylersek, ne desek o aynını söylüyor: "Huda mihriban." Yani, "Allah büyük..." Bu seyyid gencin Rusya'dan İstanbul'a gelebilmesi için çareler aradık. Sebeplere yapıştık. Ama her deneme neticesiz kaldı. Biz üzüldükçe O, hep "Huda mihriban" dedi... Ona evvela bir pasaport lazımdı. Ama nasıl? Dedik ki kendisine: -Sen oradan Moskova'ya gel. Moskova'ya sana, tanıdık bir tüccar vasıtasıyla para göndereceğiz. Onu alacaksın. Sonra da Afganistan konsolosluğuna gidip pasaportunu alırsın. Ondan sonrası daha kolay geçer inşallah. -Huda mihriban... Bektaş, iki günlük uzun bir tren seyahatiyle Moskova'ya geliyor. Ne o tüccarı tanıyor, ne tüccar onu. Bakalım inşallah tarif ettiğimiz şekilde anlaşacaklar. Ama tüccara kalmadan Rus polislere yakalanmasın mı? Üzerinde pasaport yok. Kaydı yok kuydu yok. Bir kuru kimlik. Dil döküyor Rus polislere. Lakin ızbandut gibi polisler halden anlar mı? (Devamı yarın) N. Aydoğan Ünal-İstanbul > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00