Açık Öğretim imtihanı için öğrenciler okulun kontrol kulübesinden içeri giriyorlardı. Kimlik kontrolünü ise eskilerin deyimiyle bir "hademe" yapıyordu. Benim yeğenim de imtihana girecekti. Onunla birlikte okul önüne gelmiştim. Önce öylesine bakarken sonra bir toplum sosyolojisi gibi gözlemlemeye başlamıştım. Hademenin dikkat ettiği iki husus vardı. Biri, içeri giren öğrencilerin kimlik ve sınav giriş belgelerinin kontrolü. Diğeri de imtihana girecek kız öğrencilerden türbanlı olanların içeri alınmaması. Kimliği gördü mü tamam. Öyle inceleme falan yok. Öğrencinin elinden alıp bakmıyor bile. Sahte olup olmadığı anlaşılmaz bile. Ama türbanlının içeri girememesi kesin. Kibar bir lisanla, türbanlı olana o şekilde içeri giremeyeceğini söylüyor. Onlar ise alışmışlar. Böylesi yerlerde "açacaksın!" denilince ikinci bir tercihleri yok. Bir genç kız, bu emir üzerine bir an duraladı. Yüzü kıpkırmızı oldu. Sonra gözlerinden iki damla yaş süzülerek türban çıkarma odasına geçti. Türbanı çıkarttı, gözlerini silerek imtihana gireceği binaya yöneldi.. Bir süre sonra imtihanlar başladı. Ben ise hademeyi izlemeye devam ediyordum. Hoş zaten yeğenimi beklemekte olduğum için biraz da bunu vakit geçirmek adına yapıyordum. Hademe görev mahallini terk etmeden, birine ricada bulundu. Cebinden çıkartıp parasını vererek bir spor gazetesi aldırdı. Kim bilir belki de fanatik bir spor meraklısıydı. Gözüm, görevine sadakat uğruna gazete almak için dahi bulunduğu yeri üç beş dakikalığına da olsa terk etmeyen Anadolu insanı hademede olduğu halde düşünmeye başladım. Acaba bu hademe, burada kendisine verilen görevin kendisiyle ne kadar ilgili olduğunu hiç düşünmüş müydü? Belki kendi karısı bile türbanlıydı. Çünkü giyim kuşamıyla hâlâ Anadolu kokuyordu. Ama o, kapıda türbanlı öğrenciyi içeri almamanın devlet hizmeti olduğu kanaatindeydi. Şimdiye kadar bu tavrın idarecilerden mi kaynaklandığını, kimlerin ne için yasakladığını, sebep ve sonuçlarını hiç sorgulamış mıydı? Hayır... Ağzında filtresiz bir sigara, ayağında işporta kundura, sırtında teyel yerleri ayrışmış rengi soluk elde örme hırkasıyla bu hademe işte bu şekilde görevinin başındaydı. Aldığı gazete, zaten ona bu gibi ince meseleleri irdeleme fırsatı vermiyordu. Onun için süper ligin puan durumu, her ay açık veren aile bütçesinden bile daha önemliydi... Birkaç dakika geçmişti. Okulun bahçesinde vakit geçirmeye devam ederken bir kanepede orada bir velinin bırakmış olduğu bir gazeteyi elime alıp göz gezdirmeye başladım. Dikkat ettim, köşe yazılarında türbanlı öğrencilere zerre hak tanımayan ünlü bir yazar tam da o gün duygulu bir yazı kaleme almıştı: "Ne zaman bir inşaat kepçesi ya da dozer görsem ona kızarım. Onun birazdan gidip bir toprağı eşeceğini, bir ağacı sökeceğini, bir yerde doğayı bozacağını bilirim. Ya da bir yerdeki canlıların yuvasını yıkmaktan, dünyayı biraz daha berbat etmekten geldiğini anlarım. Gidip ona tekme atasım gelir. Uygarlığın insanlara hizmet etsin diye ürettiği bir makine, bu adamların elinde suç aleti haline geldiği için, belli etmeden yanaşıp 'Tuuu...' deyip iki şaplak patlatasım gelir. Bilsem 'Üşüttü...' demeyecekler..." Doğru söylüyordu. Doğayı katledenlerin, solucanların yuvasını kepçeyle yıkanların suratına tükürülmeliydi. İyi de, az önce başı açtırılan genç kızın da her imtihan öncesi iffeti yıkılmıyor muydu? İnancına inanılmayıp, "siyasalsın" diyerek eller bir kepçe gibi türbanına uzanmıyor muydu? Acaba o yazarın köpeği kadar, hatta gözünde bir solucan kadar değeri olamasa da, siyasî hırs ve anlaşılmaz bir garezle içeri alınmayan o kızların, psikolojisini ve iffetini "kepçe"leyenlere de bu ince ruhlu yazarın, aynı duygunun yarısı kadar olsa tüküresi gelir miydi? Ahmet Erdinç- Bursa >> Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00