Yıl 1992... Güzel yurdumun bir köşesi, Diyarbakır Kocaköy ilçesinde görevliydim. Hainler o gün de hemen her gün bir başka yerde eylem yapıyordu. Kış şartları ise işimizi daha da zorlaştırıyordu. Yine bir gün aniden bastıran kar yağışı ve tipi bütün direkleri yıktığı için ilçede ne elektrik ne de telefon kalmıştı. Gece 01.00'den sabah namazına kadar yaklaşık 1 metre kar yağmıştı. İki süpermarketin mumları anında bitmiş, diğer aydınlanma aracı olarak kullanılan lüks lambaların fiyatları da karaborsa olup iki üç katına çıkmıştı. Tabii bu da küçük tüp gazı olabilenler içindi. Tüp gaz yoksa o da bir işe yaramıyordu. O yıllarda cep telefonu yok. Yollar kapalı. Dünya ile irtibat sadece telsiz kanalı ile yapılabiliyor. Ya su ihtiyacı? İlçeye yakın yerdeki kuyudan elektrik motoru ile çekiliyor. Elektrikler kesilince motor çalışmadığı için suya da hasret kaldık. Pınarlarda binbir zahmetle taşınan su ile idare ediyoruz. Bütün bu sıkıntılar yanında terör belası durmak bilmiyor. İşte yine bir karanlık gecenin ortasında, telsiz verici istasyonundan anons yayılıyor: "Karakola saldırı var. Emir aldık yardıma gidiyoruz!" Karakol zirvede, silah sesleri bize kadar geliyor. "Dayanın aslanlar, geliyoruz bir soluk da..." Ama karakola roket saldırısı yapıldı, prefabrik bina yanıyor. "İtfaiye getirin" diye anons geliyor karakoldan: "İtfaiye getirin karakol yanıyor." Prefabrik karakol yanıyor. Yangın söndürülemezse açıkta kalacaklar. Başka sığınacak bina da yok. Tek bina karakol, o da prefabrik. Dolayısıyla orada karakol yanıyorken, bizim de yüreğimiz yanıyor. Allah'ım bu yangın nasıl söner bilinmez... İtfaiye kuyunun başına geldi. Elektrik yok, motor çalışmıyor, su çıkmıyor kuyudan. Karakol cayır cayır yanıyor. Zaman geçiyor. Ne elektriğin geleceği var, ne motorun çalışacağı ne de kuyudan su çekme şansı... "İtfaiye!" diye anons tekrarlanıyor karakoldan. "İtfaiye çağırın!" Ama suyu olmayan itfaiye ne işe yarayacak ki. İşte o an, çaresiz kalmış askerlerin canına can geldi. O an öyle duygular içerisindeyiz ki âdeta tarihî bir an yaşıyoruz. Tarihimizdeki nice inanılmaz hadiselerden birisini daha gerçekleştireceğiz... Gecenin karanlığında komutan askerlerine gürledi: "-Motor çalışmıyorsa, kollarımız da mı çalışmıyor? Haydi aslanlarım, salın tenekeleri urganlarla kuyuya.!" Bu itfaiye, hem de ağzına kadar suyla dolmalı. Çünkü gidene kadar ancak yarısı kalır. Maalesef itfaiye aracının deposunun dibinde çürük var sızdırıyor. Yine de bu itfaiye oraya yetişmeli ve bu yangını söndürmeli... Karakol kuyuya epey mesafede. Hem de zirvede. Telsiz verici karakolu ise hâlâ su bekliyor. Çatışma da devam ediyor. Yollar dik ve virajlı. Pusu ve mayın da olabilir. Gece karanlık, her yer kar, soğuk... Çatışma yavaşladı. Silah sesleri azaldı. Ne var ki taşıma suyla itfaiye dolmak bilmiyordu. Karakol yanıyor, hainler çekiliyordu. "Haydi, aslanlarım bu itfaiye dolmalı ve yetişmeli karakola!" Karakoldan başka bina yok o zirvede. Zaman durmak itfaiye aracı dolmak bilmiyor. Nihayet silah sesleri tamamen kesildi. Karakol da yandı umutlarımızla birlikte yıkıldı. Aklıma şu kıssa geldi o zaman: Hazreti İbrahim ateşe atılırken karınca ağzı ile su taşıyormuş. "Nereye götürüyorsun bu suyu?" demişler. "Allah'ın peygamberini ateşe atmışlar, o ateşi söndürmek için taşıyorum" demiş. "Ama bu su ile dağlar gibi ateşi nasıl söndürebilirsin ki?" demişler. "Olsun. Ben de biliyorum söndüremeyeceğimi. Ama elimden bu geliyor. Tarafımı belli ediyorum" demiş. Komutan da, biz de biliyorduk ki, kuyudan iple su çekerek itfaiye dolana kadar, karakol yanar kül olur. Ama hiç kimse demedi ki: "Boşuna uğraşıyoruz!" Onlar orada hainlerle mücadele ederken biz aşağıda boş duramazdık ki... Muzaffer İşcan-İstanbul Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00