Gözyaşı suçun rengini soldurmaz, diyordu Reis Bey... Bu anlatacağım hatıra Reis Beyin mükemmel tiyatrosu değil elbette. Ama bir tiyatro da değil... Çaresizlik sebebiyle yok olup gitmenin hikâyesi... Halamın oğluydu o... Görenlerin dönüp bir daha bakmak ihtiyacı hissettiği dalyan gibi delikanlıydı... Bu ülkenin her karış toprağını korumak bizim namus borcumuzdur diyerek askere gitmek için yaşını büyütmüştü. Askerde üç ay ayaklarından botlarını çıkarmadıkları olduğunu söylerdi... Kaç arkadaşı, adres sormayan vicdansız bir kurşunla kucağında can vermişti... O rütbelerin en büyüğü şehitlik dese de şehit olmamış tezkere alıp gazi olarak memleketine dönmüştü. Bilmiyordu sivil hayatı yaşamanın, dağda askerlik yapmaktan zor olduğunu... Askerden gelir gelmez evlendirmişti ailesi... Adı evlilikti gerçi... Bir yastık bir yorgan, birkaç parça kap kacak... Diyordu ki köyde ırgatlık yapan babası: -Gitsin, şehirde çalışsın. Taşı sıksa suyunu çıkartır... Öyle yapmışlardı... Büyük şehrin kuytularındaki bir varoşa sığınmışlardı ucundan kıyısından. Gecekonduydu ama ev sahibi ay başı dedim mi kapıya tokmak olurdu. Bir gün desen bekleyecek sabrı yoktu. Hoş, ay başı geldiğinde sanki işi mi vardı halaoğlumun... Düğünde getirilen üç beş bilezik de aydan aya suyunu çekmeye çoktan başlamıştı bile... Uğruna canını vereceği vatanda kendisine bir ekmek bulamıyordu... Ne iş olsa yaparım diyordu. Ama insanlar işe adam aramıyor âdeta karın tokluğuna modern köle arıyor gibiydi. Sabahtan akşama kadar çalıştırıp ay sonu verdikleri para, lüks bir restoranda bir ailenin bir akşam yemeği bile etmiyordu... Derken Allah üzüntülerini mutluluğa döndürecek bir evlat nasip etmişti. Bir bebecikleri olmuştu... Asıl şimdi başlıyordu hayatın çilesi... İş yok, para yok, gelecek yok... Koca şehirde ne zamana kadar sürecek bu belirsizlik? Ani bir kararla köyüne dönmeye niyetlenmişlerdi... Orada hiç olmazsa ekmeğe para vermezler, suya para vermezler... İmar izni yok, iskân mecburiyeti yok... Yaparız iki göz bir gecekondu... Başımızı sokarız... Ah hayat... Ah bu kadar mı ucuzdun kimileri için... Dünyanın selam durdukları ana kuzusuydu da zerre umurunda olmadıkların değil miydi? Halaoğlu, nihayet köyün çıkışına elinde avucunda kalan son parayla bir gecekondu yapmıştı. Bu kışta kıyamette başını sokacak bir evleri vardı artık... Ama önemli bir sıkıntı beraberinde geliyordu... Bu evin elektriği yok... Elektrik için müracaat edecek? Tesisat döşetecek işlemleri bekleyecek... Ama para? Hepi topu kaç lira ki işte? Ama yok... Diyor ki halaoğlu, "Bu ay hele böyle idare edeyim de elimiz genişleyince müracaat yaparız." Tabii büyük bir hata yapıyor... Bu süreçte evin yakınından geçen elektrik hattından eve kaçak hat çekmek istiyor. Adı üstünde kaçak ya... Kimseye söylemeden yapacak. Oysa söylese, nice aklı başında insan buna engel olur. Kim bilir belki para verip hat almasını sağlar... Belki harcayacağı enerji, kültür Başkenti İstanbul'un kutlamalarında yanıp sönen ışıltıların milyonda biri bile değil. Ama onunki kaçak... Ve suç... Dahası ölüm tehlikesi... Nitekim zavallı halaoğlum tepesine çıktığı elektrik direğinde cereyana kapılarak son nefesini veriyor. Geride kalan yakınları kuşlar gibi çığrışıyordu. Haber verilen itfaiye ekipleri ve elektrik idaresi yetkilileri kömür gibi olmuş bedenini direkten aşağı indirirken Başbakanın terennüm ettiği "yiğit muhtaç olmuş kuru soğana" sözü bir kez daha anlam kazanıyordu... Sefer Ertan-Erzurum > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00