Kül… Bir varlığın nihai sonunu belirtir o kelime. Meşe külü olarak bilirim ben külün değerlisini. Eskinin pratik temizleme maddesiymiş. Bazı yaban av etlerini yemek için küllü suda bekletmemiz gerektiği söylenirdi. Kokuyu alırmış... Gerek olmadı, denemedim bilmiyorum.
Ama anneannemin... Salacak İskele Sokak başındaki fevkani evinin taş mutfağında bir küp içerisinde durulmuş "kül suyu" olduğunu hatırlarım. Çamaşırlara yıkanırken katardı, o günlerin yumuşatıcısıydı… Yemeklere de koyarmış, özellikle börek yaparken…
Kat kat açtığı ve üzerine kül suyu serptiği hamurlardan yaptığı tepsi böreğinin kenarlarını saç örgüsü gibi kıvırırdı hep… Çıtır çıtır olurdu onlar… Kıyameti kopartırdım, kimselere vermezdim.
Çiğ börek yaptığı zamanlarda, doldurduğu hamurun kenarını tencere kapağı ile kestiği diyagonallerini de seyre dalar, Tatar böreği olan aslını “mantı” diye değiştirdikleri küçük muskaları kıymayla dolduruşunu izler, pişerken çıkardıkları mis gibi kokuyu sarman bir kedi yavrusu gibi sabırsızlıkla teneffüs ederdim.
O zamanlarda duyardım kül suyunun methini. Karda kışta sokak kapısının önüne boca ederdi Hafize Hanım. Kül, kaymayı önlermiş. Kocaman mangal, üst kattaki odanın ortasında kendi gibi pirinçten yapılma büyük kıvılcım tepsisinin içerisinde nar kırmızısı gibi için için yanardı.
Klasik kestane seansı öncesi anneannem, anneme beni işaret eder, annem tatlı yüzünü, yüzüme yaklaştırır,
-Bana bak kızıl kopil... Geçen yaptığın gibi kestaneyi küle gömersen gebertirim... Bak maşaya…
Sonra teyzeme dönüp:
-Ayol evi yakacaktı neredeyse, paytak musibet, derdi gülerek…
Gözlerimde kestanevî parıltılar çakarken… Teyzem, saçlarımı okşayıp fısıldardı:
- Yapmaz öyle şeyler benim güzel oğlum, ananesi…
Alt kat girişinde yeşilli mavili çini bir soba, kocaman ve uysal bir köpek gibi uyurken, harıldardı gün boyu…
“Komşu komşunun külüne muhtaçtır” dedikleri hayat tecrübesi buydu sanırım. Ya küllü su, ya kapı önü kar zinciri…
Anladığım kadarıyla büyükler müsekkin olarak yani sakinleştirici olarak da kullanıyorlardı külü. Eski acıları, ıstıraplı yaşanmışlıkları, yaralayan sözleri, ayrılıkları, ölümleri, gurbetleri bırakıyorlardı küllenmeye…
Onları zamana, zamanı da külün altında soğumaya terk ederek… Hepimiz bir avuç hayatın külü değil miyiz zaten diye düşünüyordum ki… Düştü kül ucundan… Adam derin bir nefes daha çekti sigarasından…
Hakan Kınay