Çocukluğumda, yani 65-70 yıl evvel, tek katlı evlerimizin çevresinde geniş avlu ve avlularda ahırlar, kümesler bulunurdu. Orada bir iki inek, merkep ve tavuklar beslerdik. Kendi sütümüzü, yoğurdumuzu, peynirimizi, taze yumurtalarımızı sağlardık. İneklerimizi şehrin dış mahallelerindeki meydana götürüp çobana teslim ederdik. Eşimin o günlere ait anlattığı bir olayı nakledeyim. İneği teslim etme sırası 7-8 yaşlarında küçük kız kardeşine aitmiş. Ama sabah uyuyakalmış. Otoriter babasına söylemekten korkarak, telaşla ineği alıp çobana teslim yerine getirmiş. Fakat çobanın çoktan gittiğini, meydanın bomboş olduğunu anlamış. Baba korkusundan ineği orada bırakıp dönmüş. Kimseye bir şey söyleyemiyor ama tarifsiz bir korku içinde. Hayret! Akşamüstü, tam sığırların evlere dönmesi esnasında kapıda inekleri böğürüyor. Kardeşi, şaşkınlık ve sevinçle kapıya seğirtip, ineciği öpüp koklayarak içeri alıyor. Baldızın çok sır saklayan bir kişiliği var. Bu anıyı tam elli sene sonrası, bir vesileyle herkes başından geçen ilginç hatırasını anlatırken anlatıyor. Ama o ineğin o saate kadar nerelerde otladığını, akşama nasıl eve geldiğini ise hâlâ anlayamamıştır. Ama şu bir gerçek ki o dönemde kimse kimsenin malına davarına dahi göz koymaz. Yine geçen yıllarda balkonumuza bir kuş dadanmıştı. Etraftan taşıdığı çer çöp ile yuva yapıp yumurtladı. Zamanı gelince gagalayıp yavrusunu çıkardı. Yiyecekleri ağzına kadar bırakarak onu şefkatle besleyip büyüttü. Zamanı gelince ona uçmayı öğretti. Yavrusunu balkondan uçurana kadar orada hep güvende kaldı. Nihayet beni pek duygulandıran bir başka olayı sunmak istiyorum. Bir zamanlar Çankaya'nın Cinnah Caddesinde trafik iniş ve çıkışa açıktı. Burada cadde ortasında bir kedi ölüsü gördüm. Arabalar çarpıp ölümüne sebep olmuş. Maalesef birbiriyle yarışırcasına öyle süratli kullanıyorlar ki... O ölü kedinin başını bekleyen bir kedinin durumunu, hayat boyu unutamam. Suratı öyle asık, kaşları çatık, gözleri âdeta ağlamaklı, tarifsiz üzüntü ifade eden çehresiyle sanki ölünün başında nöbet tutuyordu! Sağından solundan hızla geçen arabalardan âdeta habersiz, hareketsizdi. Ben bir hayvanda bu denli hüzün ifadesine hiç rastlamamıştım. Kedinin bu asil duruşu karşısında onları görüp hiçbir şey yokmuş gibi süratle gelip geçen insanların duygusuzluğuna esef ettim. Etrafa dehşet saçan trafik canavarlarımızdan pek çok duygusuzluk örnekleri yansıyan insanlığımızdan utandım. Hâlbuki hücreden dokulara, atomdan kâinata her şeyde mevcut ve muhteşem planı, nizamı, ilmi, idrak etme yeteneğinde yaratılmış insan; o denli heyecan o denli aşk ve duygu yüklü olmalıydı. "Yaratandan dolayı yaratılanı hoş gören" şefkate, sabra, tevazua, vakara sahip oluşu ile "Yaratılmışların en mükemmeli" olmanın duruşunu sunmalı. Bir iki asır evvel yurdumuza gelen turistlerin, insanımızın meleklerden üstün karakterde oluşumuzu öve öve bitiremediklerini okuyorum da, bugün ufacık çocukları, ana-babaları katleden, ormanları yakarak milyonlarca canlıyı yok eden "hayvandan daha aşağı" insanların nasıl yetiştirildiğine hayret ediyor, boşa giden emeklere yanıyorum. Babamın, merkep üzerindeki heybenin yükü biraz fazla olunca ona kıyamayıp binmediğini hatırlıyorum. Yine yol boyu yolda gördüğü taşları, üşenmeden yol kenarlarına atar, "Evladım, buradan geçen insanların ayağı incinmesin, sevaptır" derdi. Yine bir seferinde bahçeye diktiği fidanlardan birinin kuruduğunu görünce üzüntüden gözünden yaş geldiğini, bir keresinde eline aldığı bir meyveyi heyecanla seyrederken "Hey ya Rabbi?" diye hayranlığını ifade eden haykırışını görmüştüm. Bize layık "meleklerden de üstün" denilen vasfımızı koruyamayıp nasıl bu hâle geldiğimize şaşıyor, kahroluyor, yanıyorum. Opr. Dr. E. İlhan Olgay-Ankara > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00