"O mektupları öyle atamazsınız!"

A -
A +

Bu mektup hikâyeleri yok mu? Yer bitirir adamı... Göndereni ayrı dertlendirir, alanı ayrı... Yıl 1979... Aylardan Eylül... Askerî öğrencilik günlerimiz başlamıştı... Yeni bir ortama girişimizin daha ilk günleriydi... Askerî kıyafetler içinde kendimizi kaybetmiş vaziyetlerdeyiz... 83'lülerin hepsi bilir Mehmet Polat Yüzbaşıyı... Beni öğrencilerin başına üstçavuş seçmişti, daha ikinci gün. Devre kayıpları olmasına rağmen... Birkaç gün sonra hasret kokan mektuplar da gelmeye başladı, biz tazecik fidanlara... Ana kucağından belki de ilk kez ayrılan, henüz yüzünde tüy bitmemiş delikanlılığın baharında cıvıl cıvıl gençler belki de hayatlarında ilk kez bir mektup alıp okumanın garip duygusunu teneffüs ediyorlardı... Birer ikişer derken mektuplar ardı ardına gelmeye başlamıştı. Gelen mektupları devre kayıplarından birisi dağıtıyordu. İsmini şu an hatırlamıyorum, sonradan okuldan ayrılmıştı. Yer yine devrelerimizin çok iyi bileceği mekândı... Hazırlık okulu arkasındaki içtima alanı, sinemanın yanıydı. Herkes içtima düzeninde oturmuş, heyecanla bekliyordu. İsmi okunan arkadaş heyecanla ayağa fırlıyordu. Tabii o yöne doğru atılan mektup havada uçuşuyordu. Bu fotoğraf nedense zoruma gitmişti. Sebebini bilemediğim bir hissiyatla çok dokunmuştu bana. Bu nasıl bir hareketti böyle... O mektubu yazanın hiç mi hatırı yoktu? Getiren postacının... Hele hele de o mektup ile satırlar arasında birkaç dakikalığına da olsa hasret yudumlayacak olan bizlerin hatırı yok muydu? O an öyle geçmişti içimden... O mektuba, mektubu yazana, mektubun geldiği kişiye saygısızlıktı bence bu dağıtım şekli... Hemen ileri atılmıştım. Gayri ihtiyari... Hiç önünü sonunu düşünmeden... Nerede olduğum aklıma bile gelmeden: - O mektupları öyle atamazsınız, dedim. Çünkü onlarda gözyaşıyla yazılan ve hasretle beklenen satırlar var! Yâre giden gül yaprakları, efkârla yakılan sigaranın külü var. Postacının alın teri, posta treninin düdük sesi var. Ortalık buz kesmişti sanki... Herkes susmuştu bir an. Kimseden ses yok... Vee... Kısa bir aradan sonra... İsmi okunan arkadaş yine aynı heyecanla ayağa fırlamış... Sonra da gidip mektubunu dağıtıcının elinden almaya başlamıştı. Acaba gelen mektupların içinde bana ait olanı da var mıydı? Saniyeler bir asır gibi geliyordu elbet... Çok geçmedi... Benim de ismim okunuverdi... Evet, gelen mektuplardan birisi de bana aitti. İlk defa bir mektup alıyordum. Hem de çok sevdiğim babamdan. Rahmetli babam göndermişti mektubu Sivas'tan. Ama daha enteresan olanı, o gün arkadaşım Çetin'e mektup gelmemişti. Sivas'tan beraber geldiğim okul arkadaşımın mektubu yoktu, anasından babasından. Tarif edilemez bir duyguyu paylaşmıştık o an birdenbire... Ama olsun, demiştik... Sivas'tan bir mektup vardı ya... Bu ikimize de yeterdi. Mektubu heyecanla alıp spor salonu yanındaki çamların altına gittik. Açtık beraberce... Hasret kokan, özlem duyan, buram buram ana baba kokan mektubu beraber açtık. Sanki onun da anasından babasından gelmiş gibi okumaya başladık beraberce. "Oğlum" diyordu babam, "oğlum, canım oğlum. Ben seni bir gün görmeye dayanamazken, şimdi mektupla mı konuşacağız?" Film kopmuş ikimiz de hüngür hüngür ağlamaya başlamıştık... Hıçkırıklar ne kadar sürdü bilemiyorum... Mektubun diğer satırlarında ne yazıyordu önemli değildi artık... Benim bir an yokluğuma tahammül edemeyen babamla, artık mektupla konuşacaktım. Askerlik böyle bir görevdi... Nur içinde yatsın babacığım, mekânı Cennet olsun. Muzaffer İşcan-Sivas >> Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.