-Siz de mi almayacaksınız? -Bir dakika beyefendi. Bu ne öfke? -Şu halimize bak. Sırılsıklam olduk yağmurda. Kime el kaldırsak vın!. Yetti be!.. Burası dağ başı mı? Bir tane İstanbul var... Yaşlı şoför aksine oldukça sakindi: -Sakin olun beyefendi... Buyurun... -Zeytinburnu'na gideceğiz! Götürür müsün? -Niye götürmeyeyim efendim. İstediğiniz yere götürürüm. Buyurun... Taksiye bindik ama öfkeden hâlâ ellerim titriyordu. Sinirden konuşamaz hale gelmiştim. Saat 14:00 sularıydı... Yenikapı'da bir görüşmeden dönüşteydik. Yanımda hanım da vardı. Yola çıktıktan birkaç dakika sonra hiç beklenmedik bir şekilde yağmur başlamıştı. Ama nasıl yağıyor... Sanki gök delindi... Böylesi durumda taksi tutmaktan başka aklımıza bir çözüm gelmiyordu. Meğer yağmurlu havalarda herkes bizim gibi düşünüyordu. Çünkü bir anda taksilere kıran girmişti. Meğer taksiciler nasıl kıymete binmişti... Bulunmaz Hint kumaşı oluvermişlerdi. El kaldırdığım tüm taksiler aslında müşterisizdi. Ama hiçbiri dönüp bakmadı bile... Bu havada nereye kimi almaya gidiyorlarsa... Biri de sağ camı hafif aşağı çekip sormuştu: -Nereye? Meğer, kısa mesafe uzun mesafe hesabı yapıyordu. Artık çileden çıkmıştım: "Suç değil mi bunların yolcu almaması... Taksi değil mi kardeşim. Parasıyla değil mi? İstediğim yere kadar götürmek zorunda değiller mi?" Kimi kime şikayet edecektim ki? Geriye öfkeli bir şekilde bağırıp çağırmak kalıyordu: -Yazıklar olsun... İnsanlık kalmamış... Bir başka taksici de insanlık icabı yol göstermişti: -Kardeşim, bu saatler taksicilerin servis değiş tokuş saatidir. Siz yolun karşısına geçip bekleyin. Yine insaflı bir taksiciymiş. Almadı ama yol gösterdi. O trafikte, kornalar arasında, ezilme tehlikesini de göze alarak yolun karşısına geçmiştik. İşte bu yaşlı şoföre de yolun bu tarafında rastlamıştık. Adam bizi arabaya aldı. Önce sakinleştirici birkaç cümle kurdu. Müşteri memnuniyetini dile getirdi. Ardından "burası İstanbul her türlü insana rastlamak mümkün. Öfkeyle bir yere varılamaz" dedikten sonra bizi hafifçe süzdü. Aile olduğumuzu anlayınca kendini anlatmaya başladı: "Diyorsunuz ki burası dağ başı mı?" Değil dağbaşı... Değil ama kime göre? Evinde oturup koltuğunda kahve yudumlayanlara göre... Ya bizim gibi bu yaşta bile çalışmak zorunda olup da hava karardıktan sonra Allah'tan başka kimsesi olmayanlara... Dağbaşı ne ki? Kelle koltukta kelle... Taksiciyiz ya, kim el kaldırırsa duracağız. Müşteri bu... Ama kapıyı açıp içeri binen kim? Ne amaçla biniyor? Nereye gidiyor, bilemiyorsunuz. Sağ kolunu havaya kaldırdı: "Bakın şu parmaklarımı hâlâ kullanamıyorum. Müşteri kılığında arabaya binen bir gaspçının bıçak darbesinden elim sakat kaldı. Aldı o günkü hasılatı çekti gitti. Allah'tan canımı kurtardım... Geçenlerde gece yarısı yolda el kaldırıp üç kişi bindi araca... Üçünün de hali hal değildi... Bindiklerinde anladım ama iş işten geçmişti. Kendi aralarında konuştuklarını da anlamıyordum. "Çek Alibeyköy'e" dediler... Tereddüt ettim ama biri omzumu kırarcasına dürttü: -Yürüsene ihtiyar! Eceline mi susadın? Saç sakal birbirine karışmış... Bunlar kaçakçı mıydı, terörist mi belli değil... O an aklıma öğretmen olan kızımla, savaş pilotu olan oğlum geldi... Sesi titremişti... Hafif bir sessizlik oldu... Duyduklarım doğru muydu? Bu ihtiyar, bir savaş pilotunun babası mıydı? Şaşkınlığımı belli etmeden yüzüne baktım. İhtiyar şoför ağlıyordu... (Devamı yarın) > Semih Ardıçlı-İstanbul > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00