Yolumuz İstanbul'a düşmüştü. Cankurtaran Öğretmen Evi'ne gittik. Kimliğimiz alınıp kayıt işlemi yapılırken hatırıma geldi. Acaba bizler öğretmene benzemiyorduk da onun için mi kimliklerimize bakılıyordu? Tabii ki bir prosedür gereğiydi. Ama nerede ne zaman öğretmen kimliğim sorulsa aklıma o Hacı Ağa gelir. Niye mi? Bakın anlatayım. Bizim oralarda her hafta pazar kurulur, panayır gibi olur ilçenin ortasındaki geniş cadde. Civar köylüler avlusunda ürettiği peynir, çökelek, yağ ne varsa; bağında bahçesinde, tarlasında yetiştirdiği, mısır, fasulye, lahana, salatalık ne varsa getirip satar pazarda. O yıllar belediyecilik "Pazaryeri işgaliyesi" almayı akıl edecek kadar gelişmemiş olduğundan kimse de kimseyle yer sebebiyle kavga etmiyordu. Hele bir de çayırda çimende beslenen yöre hayvanlarını getirerek o gün orada kesip parça parça satan seyyar kasaplar yok mu elde bıçak satır akşama kadar çalışırdı. Pazar günleri ilçedeki esnaflar da yoğun olurdu. Bunlardan biri de Hacı Ağa ismindeki köy bakkalıydı. Köy bakkalı denildiyse, öyle aklınıza üç beş çeşit yiyecek içecek satan şimdiki bakkallar gelmesin. Müşterinin içeri girip de "yok" dediği hiçbir mal bulunmayan bir dükkândı Hacı Ağa'nın geniş dükkânı. Gazyağından, pamuğa, şekerden, tütüne, çimentodan, ampule, leblebiden peynire, sucuktan bulgura kadar aklınıza ne kadar yiyecek içecek şekerleme vb. gelirse Hacı Ağa'nın dükkânında bulunurdu. Aslında Hacı Ağa, süpermarket denilen sistemi müşterinin ihtiyaçları doğrultusunda ta o dönemlerde kurmuştu bile. Üstelik günümüzün süpermarketlerine nispet ruh doluydu. Bugün ne müşteri mağaza sahibini, ne mağaza sahibi müşteriyi bilmezken, Hacı Ağa her müşterisini tek tek bilir, ilgilenirdi. Dahası müşterisi de onu bilir, bu güngörmüş esnafa saygı duyardı. Bu esnafın âlicenaplıklarından biri de ihtiyaç duyan herkese veresiye defterinde bir sayfa açacak genişlikte ve hoşgörülükte oluşuydu. Veresiye alanlar borçlarını ertesi haftaya, olmadı daha ertesi haftaya, ay sonuna ya da nice zaman sonra getirir öderdi. Hacı Ağa veresiye defterini her yıl tazeler, geçmiş yıldan kalan borçluları da otomatikman kayıttan düşerdi. "Niye peşlerine düşmüyorsun?" diyene de gülümser ve "Hiç imkânı olsa gelip ödemez mi?" derdi. Bölge insanına hüsnü zanda bulunurdu. Böyle bir pazar günü akşamıdır. Veresiye defterini kontrol ederken alış veriş tutarının karşısında isim yerine el yazısıyla bir küçük not görürler: "Öğretmene benzer birisi" Torunu güler dedesine: -Yahu dede böyle isim mi olur adres mi? Bari hangi köyden olduğunu sormadın mı? Hacı Ağa manalı bakar torununa: -Evladım, o kişi ödeme yapamayacağı için öyle mahcuptu ki ötesini sormaya utandım. Sen merak etme. O getirir ücretini... -Sen bu insanlara ne çok güveniyorsun. Dedenin cevabı yine anlamlıdır: -Galiba sen de büyük şehirlere gideli buranın insanına yabancılaşıyorsun. Bir hafta sonradır. Dükkâna öğleye doğru genç bir beyefendi girer. Hacı Ağa'nın yanına gider. Belli ki veresiye ödemeye gelmiştir. Hacı Ağa parayı alır, defteri açar yazılı notu siler. Giden müşterinin ardından da torununa der ki: -Bak az önce gelip parasını ödeyen işte bu beyefendiydi. Torun merakla kapıya seğirtir. Dükkândan çıkan adamın ardından yetişip sorar: -Siz ne iş yapıyorsunuz? Cevap Hacı Ağa'nın tahmininde olduğu gibidir: - Ben köy öğretmeniyim. Sahi Hacı Ağa hiç kimliğe bakmadan bu insanları nasıl tanıyordu? Şimdi bu ruh nerde? İnsana değil de kimliğe bakan sanallık nerde? Selim Cengiz - Erzincan > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00