Kim üzülmez ki... Daha çiçeği burnunda on sekiz yaşında, hayat dolu bir gençti... Ama nice yetişkin insanda olmayan olgunluğa sahipti... -Enişte, diyordu, az yaşasak ne olur bu dünyada çok yaşasak ne... Önemli olan Allahın rızasına kavuşabilmek değil mi? Aslında hanımın yeğeniydi... Ama kendi öz yeğenim, hatta öz evladım gibiydi bana... Öylesine mütevekkil öylesine inançlıydı... Demiştim ki kayınbiradere: "Siz hem yatağa mahkum hasta çocuğunuza hem yaşlı babanıza bakarken içim rahat etmez. Hiç olmazsa kayınpederimi İstanbul'a ben yanıma alayım." Böylece kayınpederimi İstanbul'a getirmiştik. Dede Ahmet, torun Ahmet'ten ayrılırken kaygılıydı: -Nedir yahu bu çocuktaki dert? Niçin hastane hastane dolaşıyorsunuz böyle? -Baba, korkulacak bir şey yok. Merak etme. İnşallah en kısa zamanda sağlığına kavuşacak... "Eh" der gibi başını öne eğiyordu... Ama biliyordum ki torunundaki bu meçhul dert, bir dede olarak onun yüreğini eritiyordu... Ah yalan dünya... Lösemi olan torunun tedavisi devam ederken, kayınpederin kendisinin yiyecek ekmeğinin içecek suyunun tükendiğini kim bilebilirdi? Rahatsızlanmıştı işte... Biz de İstanbul'da onun tedavisine çalışmıştık. Ancak vade bu... Dolunca elden ne gelir... Son günlerini memleketi Ankara'da geçirmek isteyince götürmek durumunda kaldık... Ne var ki Dede Ahmet, Ankara'ya döndüğünde, torun Ahmet'in halen iyileşemediğini görünce vurgun yemiş gibi olmuştu... -Vaah vah, derken sanki on yıl birden ihtiyarlamıştı... Çok geçmedi bir hafta sonra da terk-i dünya edip rahmet-i rahmana kavuştu... Bu üzüntü yeni yeni küllenmekteydi ki bir haber aldık. Kayınbiraderin büyük oğlu çok ciddi bir trafik kazası geçirmişti. Aracı hurdaya dönmüş ama Allah'tan ufak tefek sıyrıklarla kurtulmuştu... İki üç hafta sonra küçük kardeşi Ahmet'i hiç ummadık bir zamanda kaybedeceklerini bilemeden... Meğer Allahü teala küçüğü alacakmış ki, büyük oğullarını bağışlamıştı onlara... Bayramdan bir gün önce tatilde bulunduğumuz Kuzuluk Kaplıcalarından İstanbul'a gelecektik. Dedim ki hanıma: -Ya yıllar var ki, ailecek memlekette hiç bayramlaşmadık. İşim icabı her bayramı İstanbul'da geçirdik. Yolu yarılamışken, gel bu bayramın birinci gününü Ankara'da geçirelim. Öylece, güzergâhımızda "mini" bir değişiklik yaptık. Nereden bilecektik Ahmetçiğin bizi cenazesine çağırdığını!.. Babam Bağlum'da oturuyor. O gece oradayız ailece... Ertesi günü kayınbiraderlere geçerek sürpriz yapacağız. Kayınbirader aradı gecenin ikisinde... Sesi bir tuhaftı... Evet, şok haberi veriyordu. Ahmet vefat etmişti... Dedim ki kayınbiradere, "Zaten Ankara'dayız... Hemen geliyoruz... Biz ona sürpriz yapacaktık, o bize sürpriz yaptı..." Her şey üç ay içinde olup bitti... Şimdi Kızılcahamam'ın İğdir köyü mezarlığında aynı ismi taşıyan yan yana iki kabir var. Biri dede Ahmet, diğeri de torun Ahmet... Mekânları Cennet olsun... Benim burada böyle hastası olanlara ve genç yaşta evlatlarını kaybedenlere bir mesajım olacak! Ateş, düştüğü yeri yakar, ancak ölenle ölünmüyor... İşte bu aile örnek oldu bütün çevresindekilere... Babası Eyüp; sabır timsali Eyyûb aleyhisselamı örnek aldı kendisine... Annesi Fatma; Hazret-i Fâtıma gibi gözyaşlarını içine akıttı... Ağabeyi Ömer; Hazret-i Ömer'in adaletiyle davrandı hep vefatına kadar kardeşine... Ablası Saliha; her zaman ismine yaraşır bir ablalık yaptı ona... Hiçbiri de metanetini kaybetmemişti; ne onun lösemi olduğunu öğrendiklerinde ne de vefat ettiğinde... Sabr-ı cemil ne güzel bir haslet... Rumuz "Enişte"-İstanbul Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00