Ziyaretimize İstanbul'a gelen annemi, üç sene önce hastanede tanışıp arkadaş olduğu Kudret Teyze isimli kadının evine iftara götürmek yola çıkmış ve yolcu dolu halk otobüsüne binmiştik. "Annene yer veren olur" demişlerdi ama oturanların hepsi yerinden memnundu. Zaten artık İstanbul'da yaşlı, hasta, çocuklu falan için yer vermek gençlere zül geliyordu. Yine ne varsa eskilerde... Hanımıyla birlikte oturan bir yaşlı amca kalkıp anneme yer verdi. Ama otobüs tıklım tıklım. Hâlâ her durakta yolcu biniyor. Biletçinin umurunda mı? Bağırıyor: -İlerleyelim beyler... Abicim arkalar müsait... Yolcu kalmasın dışarıda... Bu böyle olmayacak. Annemin tepesinde dikilecek durum yok. Her gelen yolcu ileri sürüklüyor. Annemi gözden kaçırmayayım diye orta kapının kenarındaki boşluğa kendimi siper ettim. Her durakta kapı açıldıkça kenara çekiliyor, kapandıktan sonra tekrar oraya dikiliyordum. Yol git git bitmiyor. Dolaş babam dolaş... Ne duraklar varmış... Ama bu arada otobüs arının oğul verdiği gibi dolmuştu. İnsanlar nihayet patlamış şoför ve biletçiye bağırıp çağırır olmuştu: -Yeter kardeşim. Tepemize mi bindireceksin!.. -Bir de "insan taşıyoruz" diyorsunuz? -Kadın var çocuklar var, ayıp ya! Ne şoför ne biletçi bu isyana hiç ses çıkartmıyor ama bildiğini okuyordu. Köprüden karşıya geçtiğimizde artık gına gelmişti. Hava ısınmış, güneş temmuz ortasında gibi yakmaya başlamıştı. "Artık bir yolcu bile yok" deniyordu. Dolayısıyla artık duraklarda durmadan gitmesi gerekiyordu. Ama olacak ya köprüyü geçtikten sonra inecek bir iki kişi varmış. İçeriden "Durma kardeşim!" diye bağıranlara rağmen otobüs mecburen durakta durdu. Haydi, inenler bu defa kendini dışarı atmak için tepemize biniyor. Aşağı inip yol vereyim dedim. Meğer aşağıda otobüse kendini atmak için panter gibi bekleyenler varmış kardeşim. Kapı açılıp ben aşağı iner inmez binmek için bekleşenlerin hücumuna uğradım. Açık kapıdan inmek isteyenlerle, otobüse binmek isteyenlerin mücadelesi insanı insan olduğuna utandırır haldeydi. Bu insanlar da İstanbul'da yaşadığını söylüyordu, buna yaşamak denirse... Kimin gücü kime yeterse tarzında bir hücum harekatında kendimi canavarlar arasında bulmuş gibi oldum: -Ya bi dakka kardeşim! Hoop, falan dememe kalmadı olanlar oldu. İçeriye canhıraş hücum eden yolculardan biri de beni kenara iten iri yarı bir adamdı. Bu arada otobüs de bu kargaşadan ancak kapıları kapatıp sıvışmakla kendini kurtarıyordu. İşte kapılar kapanmış, peşinden koşanlara rağmen otobüs hareket etmişti... Ama benim seğirtmem Züğürt Ağa filmindeki Şener Şen gibiydi: -Ulaa... Anam otobüste kaldı... Hoop... Ben yolcuydum... Ulaaa! Islık mıslık, şoförün duracağı yoktu. Daha durakta bir sürü binemeyen vardı. Şoför için ben de onlardan biriydim. "Acaba annem halimi fark eder de şoföre söyler mi?" diye bir ümit bekledim ya nafile... Deminden beri yolda nazlanan eski hantal otobüs, ardından duman çıkartarak nasıl da yokuşa vurmuştu. Annem otobüste hiçbir şeyden habersiz gidiyordu... Ben ise gideceğim adresi unutmuş, anamın derdine düşmüştüm. Bu kadın nerede ineceğini bilemez de başına bir iş gelirse ben ne yaparım? Çaresizliğimi görenler sordu: -Annen o otobüste mi kaldı? -Kalmadı, ben indim de binemedim. -Nereye gidecektin kardeşim? -Namazgah Durağı mı ne varmış. Oraya. Annem zaten bilmiyor. Aradan beş on dakika geçmişti tabii. Bu arada biri seslendi: -Bak bu otobüs de Namazgah'tan geçer. Başka numaralı bir belediye otobüsüydü. O da kalabalıktı. Zar zor bindim. Ama aklım fikrim benden habersiz öndeki 522'deki halk otobüsünde gitmekte olan annemde. Hem söyleniyor hem de nerede olduğunu bilmediğim Namazgah Durağına doğru bir başka hattın otobüsünde gidiyordum. Bu Namazgah'ın başka namazgah olduğunu nereden bilebilirdim ki? (Devamı yarın) > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00