"Babaannem, Emine'nin mezarında 'benim yavrumun mezarı da yok' diyerek sessiz sessiz ağlıyordu..."
"Dede, ben giderken Sebahat ile Emine dere kenarında papatya topluyordu..." Dedemin telaşı dışarıdaki seslenişle daha da çoğaldı:
"Halim Efendi, bizim kız sizde mi?" "Yok gardaş... Sebahat da yok!"
"Eyvah eyvah!" diyerek evden çıktı. Ardından da babam ve amcam... Sel, gücünü dere ile birleştirmiş civarı tehdit ediyordu. Bu haşin çağlayıştan korkmaya başladık. Konu komşu da seferber oldu. "Sebahat!" ve "Emine!" diye haykırışlar karşılıksız kalıyordu. Yağmur, çamur, zifiri karanlık... Pervasızca arayışımız gece de devam etmişti. Gün henüz ışırken aşağılardan yükselen figan yüreğimizi dağladı. Babaannem dövünerek, yana yakıla koşmaya başladı. Biz de peşinden... Dere kenarındaki çalılıkların köküne takılmış. Kalıplaşmış vücudu tepeden tırnağa çamura bulanmıştı. Bir tutam papatyayı canını teslimiyette dahi sıkı sıkıya kavramıştı. Elbisesine, ayakkabılarına bakarak tanımaya çalışıyordum. Tüm renkler silinip griye bürünmüştü.
"Sebahat olmasın" diye dua ederken Emine'yi kaybetmeyi kabullenmek vicdanıma ihanet etmek gibiydi! Dedem ve Emine'nin babası çocuk gibi ağlıyordu küçük cesedin başucunda... İki babanın hangisinin yüreğine kor düştüğünü anlamak için kalabalığı aşıp biraz daha yaklaştım. Çamuru bir nebze temizlenen sima Emine'ye aitti. O an ilk defa ölümün portresini görmüştüm... Ölüm her yürekte farklı yankılanıyordu.
Emine'nin başucuna yerleştirilen büyükçe taş, acı hakikatin simgesiydi. Babaannem Emine'nin mezarında "benim yavrumun mezarı da yok" diyerek mezarsız yavrusuna sessiz sessiz alıyordu...
Afetin üzerinden günler geçerken bizler can çekişen ümitle Sebahat'ı arıyorduk. Ölümle hayat arasındaki ince çizgi belirsizliğe gark olmuştu. Onu hatırladıkça son dargınlığım yakama ebedi pişmanlık olarak yapışıyordu. Bana papatyaları gösterdiğinde esirgediğim tebessümü yüzüme yaklaştırmamaya kararlıydım.
Dedem her sabah oğullarından birini yanına alıp cancağızını aramaya çıkıyordu. Bulamadığı her gün biraz daha kamburlaşıyor, azalan ümidi dermansızlık olarak meydana çıkıyordu... O gün kuşluk vakti olmasına rağmen henüz evden gitmemişti. Elini yüzünü yıkamak için ağır adımlarla avluya çıktı. Tam bu esnada dışarıdan gelen bir ses yüreğimizi hoplattı.
"Halim Efendi, Halim Efendi! Havadislerim var, dışarıya gel!"
Çağıran, dedemin ahbabıydı. Sesine yansıyan heyecanı neye yoracağımızı bilemedik. "Hayırdır İnşallah" diyerek kapıyı açtı... Devamı yarın